9 Nisan 1999 Cuma

Hafız'ın Dünyası




   
      Hafız, çalıştığım yıllarda huzurevinde kalan 65 yaşında bir insandı. İnsan gerçeğinin yüreklerde saklı olduğunun sembolüydü o...
Onu ilk defa görenler, bizi insanlığımızdan uzaklaştıran en kötü duyuşlardan biri olan katı bir ‘önyargı’ ile ‘zekâ özürlü bir yaşlı’ deseler de ona ‘acıma’ duyguları ile yaklaşsalar da O, kartvizitleri kalabalık ama yürekleri bomboş ve beyinleri ile yürekleri arasında en ufak bir ilişki bulunmayan ‘zavallı’lar arasında adeta bir insanlık abidesi gibiydi.
         Huzurevine gelen her yabancıdan ‘para ver, para ver!’ diyerek para isterdi kendine has üslubuyla... Her ne durumda olursa olsun duyardı gelen arabanın sesini... Duyar ve hemen vaziyet alırdı: ‘para ver, para ver!’

         Herkesten para almazdı o yine de... Belli ölçüleri vardı. Mesela ‘evde bebek var be Hafız...’ derseniz kesinlikle sizden para istemez, verseniz de almaz ve “bebeğe süt al, bebeğe süt al!” diye uyarmadan da sizi bırakmazdı.
Topladığı paralarla oda arkadaşlarına yiyecek alır, onları beslerdi. Hatta bazılarına ‘o benim oğlum’ diyerek adeta bir baba gibi korur, kollar ve severdi. Sevgiyi ifade etmenin ötesinde göstermek gerektiğini, yaşamak ve yaşatmak gerektiğini, sevginin fedakârlık olduğunu ama her fedakârlığın da sevgi olmadığını idrak etmişti ruhunun güzelliği ile...  Hani şu ev bark sahibi olup ta çoluk çocuğunu ihmal eden ‘akıllı’ ve ‘sağlam’ insanların yapamadıkları ve yapamayacakları gibi...
         Yanına gelen insan mesela bir vali bile olsa, ona yeterli ilgiyi göstermezse “vali oldun da adam mı oldun?” diye sorarak ‘etiket’in insanlık karşısında ne kadar zavallı kaldığını bir tokat gibi çarpardı insanların suratına... Çünkü insan, zaman içerisinde sahip olduğu her türlü kartvizit özelliklerini kaybedebilirdi; çok sağlıklıyken hasta olabilirlerdi, çok zenginken fakir kalabilirlerdi, çok ünlü iken kimsenin hatırlamadığı bir insan olabilirlerdi ve hatta genç ve dinamik bir gençliğin ardından yaşlılık dönemini yaşardı insan... Ama insan, doğumundan ölümüne kadar hep insandı, sadece insan...
         Hayatı ve varlık sebebini keşfetmek ve idrak etmek için insanın özüne yönelmesi gerektiğin ispatıydı o... Her insan, bulunduğu konum ne olursa olsun Yaradan’dan bir parçaydı çünkü... ve her parça gün gelip asıl sahibine geri dönecekti. Ansızın ve hiç kimseye fark ettirmeksizin...
Önemli olan ‘tenimizde esir’ kalmış ruhumuzun içindeki güzellikleri fark edebilmekti. Her ne kadar ‘ruh güzelliğini görmek, fiziki güzelliği görmekten daha zor!’ olsa da bunun için mücadele etmeye değerdi... Çünkü en güzel şeyler, hep en zor elde edilenlerdi. “Kolay”ın “geçici güzelliği” insanları “gerçek sevgi”den uzaklara fırlatsa da her insanın içinde “zor”un “sonsuz ve mutlak güzeliğine” ulaşma arzusu ve emeli vardı.
Esas olan bunun farkına varabilmek ve Yunus Emre’nin dediği gibi, “yetmişiki millete bir gözle bakmayanın hakikatte Hakk’a asi olduğunu” unutmanın bizi bizden koparacağını düşüncesi ile hayatımıza yön vermekti. Çünkü sonuçta insanın sonunun ne olacağı bir sırdı ve bu sırrı sadece onun gerçek sahibi biliyordu. Bir şiirimizde söylemiştik ya:

SONDAKİ SIR

Tende esir ruhun senin,
Son nefeste hür olacak.
Sonsuzluğa her gidenin,
Akıbeti sır olacak.

Ötelerden haber geldi.
Ömür denen esen yeldi.
Sessizliği bir ses deldi,
Son duyulan “Sûr” olacak.

         Hayata sadece ‘madde’ gözlüğü ile bakıp maddenin esaretinden kurtulamamış ve yürekleri kurak bir toprak gibi bir yudum sevgiye muhtaç, gerçek anlamda ‘zavallı’ kimselerin değil; Hafız’ın ve Hafızların yer aldığı, yaşadığı bir dünyada yaşamak, her şeye rağmen hayata ve insanlara karşı ümitli olmayı ve bu ümidi yaşadığımız müddetçe kalbimizde taşımamız gerektiğini haykırıyor bizlere...
Bu haykırışı duymak için kulağımızı değil, yüreğimizi açmalı ve bu sesi duyduktan sonra ne olduğumuza karar vermeliyiz. Çünkü bir insanın kendini nasıl tanımladığı değildir ölçü...
Ölçü o insanın nasıl yaşadığıdır. Siz nasıl yaşıyorsunuz ve hangi dünyadasınız? Karar verdiniz mi?
Alper Şirvan
9.Nisan.1999

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder