28 Nisan 2004 Çarşamba

"Beraber"

        Yalnızlığı ile baş başaydı yine… Hiç istemese de geçmişle olan irtibatını –en azından- belli bir seviyeye indirememişti.
     “Bugün” ve “yarının” bittiği yerde “dünün” başladığını fark edeli çok olmuştu. Hatta bu gerçeği fark ettiğinde anlamıştı ki, hayat yaşanmışlar toplamından ibaretti. Yaşamak da sadece nefes alıyor olmak değil, son nefeste “yaşadım ve gidiyorum” diyebilmekti.
     Bu duygularla uzandı tesadüfen bulduğu, içinde eski şiir defterinin olduğu koliye… Defterin kapağını eski bir dostun omzunu sıvazlar gibi okşadı. “Dilin olsa da konuşsan…” diyebildi sadece, fısıldayarak… İçinde hem kendine hem de başka sevdiği şairlere ait şiirler bulunan defterin ilk yaprağı ile göz göze geldiğinde dondu kaldı öylece…
     Bir şey diyemedi; orada durdu ve düşünmeye başladı. Lise birinci sınıfın ilk günlerinde tanımıştı bu şairi… Ama bu şiir… Bu şiiri ilk defa okuduğunda yaşamak istediği gelecek, ete kemiğe bürünmüş bir halde gözlerinin önüne serilmişti.
     Tıpkı o günkü gibi gözleri parladı bir an ve tekrar söndü. Çünkü bu şiirde anlatılan tabloyu yaşamaya dair her hamlesinde ondan biraz daha uzaklaşmış ve zaman acımasızca hükmünü sürmüştü. Çaresizliği de öğretmişti her geçen yıl saçlarını biraz daha ağartırken…
   “Küçük” zannedilen, aslında ne kadar “büyük” oldukları ancak yaşlanıldığında anlaşılan “mutlulukların” çok erken farkına varıp onlara erişmek için her şeyi bir kenara itip son gücü tükenene kadar çalışmak ve menzile asla varamamak… Kırka merdiven dayamış bir ömrün bir cümlelik özetiydi bu… Hâlbuki şu an hissettiklerini; her şeyi kana kana yaşadığı halde kıymet bilmeden hunharca tüketmiş ve böyle olduğu için koca bir evde tek başına yaşarken ya da bir huzurevi penceresinden mahzun mahzun bakarken hissediyor olmalıydı.
     Ama aradaydı… Ne yaşayanlara yakındı; ne de yaşayıp yaşlananlara… Hiçbir yere ve hiç kimseye ait olmadan, her iki taraftan da kilometrelerce uzakta bir ıssızlığın tam da ortasındaydı.
   Hayat denen karmaşık bilmecenin cevaplarından biri de, ona ait yaşanan her güzelliğin, insan için ufuk açan ve manzarayı değiştiren birer basamak olmasıydı. İnsan denen varlık, gördüğünü tanır, bilir. Hangi basamakta duruyorsa oranın manzarası ile yaşar. Bu yüzdendir herkesin başka dert ve mutlulukları küçümsemesi… Çünkü herkes yaşadığını bilir. Hani; “çok gezen mi; çok okuyan mı bilir” derler ya… Gerçek ikisi de değildir aslında; ne çok gezen, ne de çok okuyan değil, çok yaşayan bilir bu dünyada…
    Kahvesinin soğuduğunu bile anlamadan şiirin mısraları arasında gezinmeye devam etti. Uzun yıllar ezbere okuduğu eserin her mısraında geçmişten bir sima ile tebessümleşti karşılıklı…
    Şiirin son mısraı ile beraber içinde yaşatmaya çalıştığı ümide geri döndü ve beklemeye devam etti:
 «
Beraber
 
Kumlu yol, küçük havuz; etrafındaki çiçekler.
Bir kır evinde mesut olacaktık beraber.
Sen yine bekleyecek kapısında bahçenin,
Ben içimde sevinci akşam eve dönmenin
Sana kavuşacaktım… Soracaktım: “-Nasılsın?”
Sakin uzayacaktı sıcak bir günü yazın…
Bakacaktım, üşümüş avucumda ellerin;
“-İçeri girelim mi? Artık akşamlar serin.”
Mevsim mevsim akşamlar, ümit dolu seherler
Tenha kır yollarında gezecektik beraber…
Göğsümde hep bir sevinç gibi duyduğum sevgin;
Güzel bulduğun güzel, çirkin dediğin çirkin…
Her gece o minderde tablam; dikiş sepetin;
“-Öyle değil mi?” derdim; az durur, “-evet” derdin…
(Ziya Osman Saba)
»
 
28 Nisan 2004
Kaplıkaya Bursa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder