16-Mart-1998 12-Şubat-2006 tarihleri arasında Bursa Büyükşehir Belediyesi`ne bağlı huzurevinde çalıştım. Huzurevinde çalışmak, bilinçli bir tercih değildi, aksine istemeye istemeye kabul ettiğim bir işti. İçinde bulunduğum şartlar, huzurevine savurmuştu beni…
Huzurevinde
çalıştığım sekiz yıllık süreçte, aynı yemekhanede yemek yeyip asansörde
selamlaşıp ertesi gün ya da çok daha kısa süre içinde vefat eden oldukça fazla
sayıda yaşlı tanıdım. Hatta sekiz yılda insanların adım adım yaşlılık ve hatta
hastalık süreçlerini gözlemledim. İnsan hayatını hep bir piramide benzetiyorum.
İnsanoğlu, doğduğunda piramide çıkış başlar.
Herkesin tepe noktası ya da tepeye varış hızı farklı olabilir. Tepede
insan ne kadar süre kalır bilinmez ama iniş kaçınılmazdır. Bazen hızlı, bazen yavaş… Ama iniş tamamlandığında
insanın bu yolculuğa başlangıç noktasındaki kişiden tek farkı, ardında
bıraktığı mesafedir, o kadar…
İşte bu yolculukta
tanıyıp huzurevinde çok nadir duygusal bağ kurduğum insanlardan biriydi Ruhi
amca… Herkesle iyi geçinir, oda arkadaşı hastalanmışsa görevi olmamasına
karşılık ona bakar, personeli kendi evladı gibi severdi. Bu yüzden, hepimiz ona
“Ruhi Baba” derdik. 65 yaşındaydı, Allah ömrünce ona babalığı nasip etmese de
babalığı böylesine içine sindirip bu tavrı bir hayat biçimi olarak çevresine
sunuşunu hep ibretle izlemişimdir. O bir sevgi adamıydı. Kavganın, çekişmenin,
dedikodunun, hasedin, boş lakırdının, kinin, nefretin olduğu yerde onu
bulamazdınız.
Hayatının en
önemli parçalarından biri, futbol ve Fenerbahçe idi. Bu konu, onunla adeta
buluşma noktamızdı. Bir Galatasaraylı olarak, Galatasaray`ın Avrupa`daki
başarılarını paylaşabildiğim yegâne Fenerliydi. Ben de, Fenerbahçe`nin Avrupa`daki
olumsuz sonuçlarında onu teselli ederdim.
Sabahları
yemekhaneden geçip asansöre ulaşırken beni bekler, asansörün kapısını
açar, üç beş futbol muhabbeti yapmadan
beni yukarı yolcu etmezdi.
Hayatı bu kadar
“kalpten” yaşayan bir insan olarak, kalbinden rahatsızdı Ruhi Baba… O yüzden önce
doktorlar, sonra da evlatları olarak bizler onu uyarırdık hep… Sigara içmesine
ve bu konuda kaçamak yapmasına izin vermemeye çalışırdık.
…
24 Mayıs 2005… Önceki
gün ve o gün onu görememiştim huzurevinde… “Yeğenine gitmiştir” herhalde dedim
önce ama sonra hastanede olduğunu öğrendim; aradım cep telefonundan… Sesi
yorgundu, Fenerbahçe`nin şampiyonluğunu tebrik ettim. Her zamanki
kıkırdamasından bir tane daha yaptı.
“Çıkacağım; bir şeyim yok…” dedi.
Ertesi gün
huzurevine geldiğimde yine yoktu. Yukarı çıktım, odama girdim. Aradan kısa bir
süre geçmişti ki arkadaşlardan biri içeri girip “Ruhi amca vefat etmiş Alper”
dedi ve cümlesi bitmeden cep telefonum çaldı. Telefonumda onun adını görünce
arkadaşa dönüp “olur mu be!” dedim; “arıyor işte…”
Arayan yeğeniydi
ve vefat ettiğini haber veriyordu. Ruhi baba, her baba gibi vefatından
evlatlarının haberi olmasını istemiş, “olur da bir gün vefat ettiğimde şunları
şunları arayın” diye tembihlemişti. O an yaşadığım şeyi, kelimelere
sığdıramıyorum.
…
Ruhi baba, her
aklıma geldiğinde onunki gibi bir tebessüm düşüyor yüzüme… İstediği gibi,
kimseye çektirmeden göçüp gitti bu diyardan… En güzeli de çok sevdiği
Fenerbahçe`sinin 16. şampiyonluğunu görerek gitti.
Huzurevindeki
işimden ayrılana kadar, her gün, işe her gelişte yemekhanede gözlerim onu aradı.
Onu, sevgi ve dua ile yâd edip buruk bir tebessüm ve onsuz çıktım odama…
Allah rahmet
eylesin!
Alper Şirvan
Kaplıkaya/Bursa
Foto Tarih 6 Ekim 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder