Onu ilk defa görenler,
bizi insanlığımızdan uzaklaştıran en kötü duyuşlardan biri olan katı bir
‘önyargı’ ile ‘zekâ özürlü bir yaşlı’ deseler de ona ‘acıma’ duyguları ile
yaklaşsalar da O, kartvizitleri kalabalık ama yürekleri bomboş ve beyinleri ile
yürekleri arasında en ufak bir ilişki bulunmayan ‘zavallı’lar arasında adeta
bir insanlık abidesi gibiydi.
Huzurevine
gelen her yabancıdan ‘para ver, para ver!’ diyerek para isterdi kendine has
üslubuyla... Her ne durumda olursa olsun duyardı gelen arabanın sesini... Duyar ve hemen vaziyet alırdı: ‘para ver,
para ver!’
Herkesten
para almazdı o yine de... Belli ölçüleri vardı. Mesela ‘evde bebek var be Hafız...’ derseniz kesinlikle sizden para istemez,
verseniz de almaz ve “bebeğe süt al,
bebeğe süt al!” diye uyarmadan da sizi bırakmazdı.
Topladığı paralarla oda arkadaşlarına yiyecek
alır, onları beslerdi. Hatta bazılarına ‘o benim oğlum’ diyerek adeta bir baba
gibi korur, kollar ve severdi. Sevgiyi ifade etmenin ötesinde göstermek
gerektiğini, yaşamak ve yaşatmak gerektiğini, sevginin fedakârlık olduğunu ama
her fedakârlığın da sevgi olmadığını idrak etmişti ruhunun güzelliği ile... Hani şu
ev bark sahibi olup ta çoluk çocuğunu ihmal eden ‘akıllı’ ve ‘sağlam’
insanların yapamadıkları ve yapamayacakları gibi...
Yanına
gelen insan mesela bir vali bile olsa, ona yeterli ilgiyi göstermezse “vali oldun da adam mı oldun?” diye
sorarak ‘etiket’in insanlık karşısında ne kadar zavallı kaldığını bir tokat
gibi çarpardı insanların suratına... Çünkü insan, zaman içerisinde sahip olduğu
her türlü kartvizit özelliklerini kaybedebilirdi; çok sağlıklıyken hasta
olabilirlerdi, çok zenginken fakir kalabilirlerdi, çok ünlü iken kimsenin
hatırlamadığı bir insan olabilirlerdi ve hatta genç ve dinamik bir gençliğin
ardından yaşlılık dönemini yaşardı insan... Ama insan, doğumundan ölümüne kadar hep insandı, sadece insan...
Hayatı
ve varlık sebebini keşfetmek ve idrak etmek için insanın özüne yönelmesi
gerektiğin ispatıydı o... Her insan, bulunduğu konum ne olursa olsun
Yaradan’dan bir parçaydı çünkü... ve her parça gün gelip asıl sahibine geri
dönecekti. Ansızın ve hiç kimseye fark ettirmeksizin...
Önemli olan ‘tenimizde
esir’ kalmış ruhumuzun içindeki güzellikleri fark edebilmekti. Her ne kadar
‘ruh güzelliğini görmek, fiziki güzelliği
görmekten daha zor!’ olsa da bunun için mücadele etmeye değerdi... Çünkü en güzel şeyler, hep
en zor elde edilenlerdi. “Kolay”ın “geçici güzelliği” insanları “gerçek
sevgi”den uzaklara fırlatsa da her insanın içinde “zor”un “sonsuz ve mutlak
güzeliğine” ulaşma arzusu ve emeli vardı.
Esas olan bunun farkına
varabilmek ve Yunus Emre’nin dediği gibi, “yetmişiki
millete bir gözle bakmayanın hakikatte Hakk’a asi olduğunu” unutmanın bizi
bizden koparacağını düşüncesi ile hayatımıza yön vermekti. Çünkü sonuçta
insanın sonunun ne olacağı bir sırdı ve bu sırrı sadece onun gerçek sahibi
biliyordu. Bir şiirimizde söylemiştik ya:
SONDAKİ SIR
Tende esir
ruhun senin,
Son nefeste
hür olacak.
Sonsuzluğa her
gidenin,
Akıbeti sır olacak.
Ötelerden haber
geldi.
Ömür denen esen
yeldi.
Sessizliği bir
ses deldi,
Son duyulan “Sûr”
olacak.
Hayata sadece ‘madde’ gözlüğü ile bakıp maddenin esaretinden kurtulamamış ve
yürekleri kurak bir toprak gibi bir yudum sevgiye muhtaç, gerçek anlamda
‘zavallı’ kimselerin değil; Hafız’ın ve Hafızların yer aldığı, yaşadığı bir
dünyada yaşamak, her şeye rağmen hayata ve insanlara karşı ümitli olmayı ve bu
ümidi yaşadığımız müddetçe kalbimizde taşımamız gerektiğini haykırıyor
bizlere...
Bu haykırışı duymak için
kulağımızı değil, yüreğimizi açmalı ve bu sesi duyduktan sonra ne olduğumuza
karar vermeliyiz. Çünkü bir insanın kendini nasıl tanımladığı değildir ölçü...
Ölçü o insanın nasıl yaşadığıdır. Siz nasıl yaşıyorsunuz ve
hangi dünyadasınız? Karar verdiniz mi?
Alper Şirvan
9.Nisan.1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder