Dünyaya
engelli olarak gelmiş olmasına ve her tür engele rağmen akademik
kariyer yapmış bir engelliyim. Çocukluğum ve bilhassa ilk gençlik
yıllarım, televizyonda “engelli çocuklarınızı saklamayın, sokaklara çıkın, engelli çocuğunuz sosyal hayatın içinde olsun”
anonslarını dinleyerek geçti. Her ne kadar ben, ailemin katkıları ile
üniversite bitirecek kadar hayatın içinde olsam da onlar bu anonsları
yapmakta haklılardı. “Engelli evladı saklamak”, önemli bir problemiydi ülkemin…
Bu anonslar, çok geçmeden hedefine ulaştı. Engelliler, sokağa attılar
kendilerini… Onca çağrıyı yapanlar, haklılardı haklı olmalarına ama
sokakların engellilere hazır olmadığı çok geçmeden anlaşıldı ve
Türkiye’de engelli mücadelesi farklı bir boyut kazanmış oldu.
Bursa
Kaplıkaya’da site içinde beş katlı bir apartmanın birinci katındaki
evimize balkondan rampalı giriş yapmıştık yıllar evvel… O rampalı giriş
sayesinde akülü tekerlekli sandalyemle, tek başıma çıkıp en azından
yakın çevrede kolayca gezebilme imkânına sahibim yıllardır… Ama
gidebildiğim yerler kısıtlı olduğu için, çoğu zaman ancak ailemle
beraber sandalyemin kol gücüyle de olsa sokulabildiği yerlere
gidebiliyorum.
O
gün hava güzeldi. Mevsim bahardı. Pencereyi açtığımda yüzümü okşayan
ılık hava, beni dışarıya davet ediyordu sanki… Hep aynı yakın çevrede
gezmek canımı sıksa da bu davete hayır diyemezdim. Hemen giyinip akülü
tekerlekli sandalyemle kendimi sokağa atıverdim.
Caddeye
vardığımda o günkü ilk şaşkınlığımı yaşıyordum. Neredeyse iki senede
bir türlü bahanelerle yenilenen ve her yenilenişte biraz daha
yükseltilen kaldırımlar, en fazla iki parmak yüksekliğindeydiler ve
böyle olmasına rağmen, kaldırımın başlangıcı, tatlı bir meyille yola
sıfırlanmıştı.
Bu
ne zaman yapılmıştı? Dün böyle miydi? O anda bu güzelliğin muhakemesini
yapamayacak kadar heyecanlıydım. Yine de ilk önce kaldırımdan gitmekte
tereddüt ettim. “Kaldırımın başlangıcı iyi de sonu nasıl?” sorusuyla beraber içimden bir ses, “bu kadar alçak kaldırımı araç sahipleri boş bırakmazlar, kesin ilerde kaldırımı işgal etmiş bir araç vardır, çıkma kaldırıma!” diyordu.
İçimdeki olumsuz sese rağmen, kaldırıma çıkıp yoluma devam ettim. O
anda cadde tarafından yanıma bir otomobil yaklaştı. Pencereyi açan
şoför, çekinerek bana “Affedersiniz,” dedi; “park yeri arıyorum da, buralarda nereye park edebilirim?”
Kişinin bu soruyu ciddiyetle sorduğundan emin değildim. O sebeple ima ile karışık, sorusuna soruyla karşılık verdim: “Kaldırım var ya… Neden kaldırıma park etmiyorsunuz?” Adam, benden de şaşkındı. “Hiç olur mu öyle şey beyefendi? Siz beni arabamdan ve ehliyetimden mi etmek istiyorsunuz? Kaldırıma park etmenin cezasından haberiniz var mı?” dedi
ve hızla uzaklaştı. Cezanın büyüklüğü kadar, vatandaşın cezanın
uygulanacağından bu kadar emin olması beni hem şaşırtmış, hem
sevindirmişti.
Baharı
koklamak kadar, akülü tekerlekli sandalyemle yaşayışıma uygun bir
şehirde gezdiğimi yavaş yavaş fark ediyor olmak, beni mutlu ediyordu. Bu
duygular içinde gezerken, cep telefonum çaldı. Açtım. Telefonun diğer
ucunda, yıllar evvel iş için beni fazlası ile yeterli bulduğu halde hem
iş yerinin oturduğum yere uzaklığı, hem de çalışacağım yerin fizikî
şartlarının bana uygun olmaması sebebi ile beni işe almayan ve bunu
açıkça ifade eden yazılım şirketinin patronu vardı.
“Hemen gel” diyordu, “Hemen gel, neredesin?”
Bunun bir kamera şakası olup olmadığından emin değildim, yine de normal davranmaya çalışıyordum:
“-Ben nasıl geleyim efendim, ben Kaplıkaya’dayım, sizin ofis Beşevler’de… Hem gelsem de…”
Adam, beni dinlemiyordu.
“-Ya atla belediye otobüsüne gel işte… Sabah servisten inmeyince merak ettik seni… Proje seni bekliyor.”
“-Hangi otobüse?”
“-Ya bilmiyor musun; önce Heykel’e geliyorsun, sonra oradan da bizim buraya…”
“-İyi
de Ahmet Bey, ‘engelli otobüsü’ adı verilen ve şehir turu attırmaktan
öte bir fonksiyonu olmayan iki otobüs dışında ben hiçbir otobüse
binemiyorum ki? Nasıl aktarmalı olarak iki otobüsle oralara geleyim?”
“-Ya engelli otobüsü mü kaldı? Artık bütün belediye otobüsleri engellilere uygun…”
Duyduklarıma
inanamamıştım. Yine de denemeye değer diye düşündüm. Durağa vardığımda
Ahmet Bey’in haklılığı ortaya çıkmıştı. Önümden geçen her otobüs,
tekerlekli sandalyemle binebileceğim nitelikteydi. Beni Heykel’e
götürecek otobüse rahatça bindim.
Otobüsün penceresinden takip ettiğim şehir, bütün kaldırım ve yollarıyla adeta “gel beni gez!” diye
davet ediyordu. İçerisini çok merak ettiğim ve mimarî uygunsuzluğundan
asla içine giremediğim şehrin göbeğindeki sinema salonunun en azından
girişinin engellerden arındırılmış hâli, içerisine olan merakımı iyice
arttırmıştı.
Kırmızı
ışık sebebiyle durduğumuz sırada, dışarıda bir alışveriş merkezinin
önündeki kalabalık dikkatimi çekti. Çoğu engelli olmayan topluluk,
ellerindeki pankartlarla, dövizlerle belli ki bir şeyleri protesto
ediyorlardı.
“Engelleri Kaldıralım!”, “Engellilerin Giremediği Hiçbir Yere Girmeyiz!”, “Ya Herkes Girer, Ya da Hiç!” okuduğum dövizlerden sadece birkaçıydı.
“-Ne oluyor burada?” diye sordum, önümde oturan yaşlı amcaya… “-Ne protestosu bu?”
“-Evlâdım,” diye söze başladı amca, “-Burası
engellilere uygun olmayan bir yer… Toplum bu konuda çok duyarlı… Şimdi
bu eylem yapılıyor, merak etme kısa sürede uygun hale getirir sahibi…
Göze alamaz… Sen bu şehirde onca şey nasıl oldu sanıyorsun?”
Yaşlı
amcadaki bilince mi, yoksa toplumun hep yapmasını beklediğim, istediğim
şeyi yapan dışarıdaki kalabalığa mı şaşırayım, bilemiyordum.
***
İşyerine
hiçbir engele takılmadan vardım. Mekân, her yönüyle tekerlekli
sandalyemle her tarafa girebileceğim nitelikteydi. Güzelliklere çabuk
alışmış olmanın rahatlığı vardı içimde...
Sıkışmıştım.
Bunca güzelliğin arasında bana uygun olmayan bir tuvaleti düşünmek bile
istemiyordum. Bilgisayarın başına oturmadan tuvalete gittiğimde,
engellilere ait özel bir tuvaletin varlığıyla mutlu oldum. Tuvaletten
çıkıp bilgisayarın başına oturduğumda, üzerinde çalışmamı istediği
yazılım projesini anlatmak üzere Ahmet Bey, yanıma geldi. İster
istemez, “Mekân, ortam çok güzel ya Ahmet Bey, burası hep böyle miydi?” cümlesi çıkıverdi ağzımdan…
Ahmet Bey, cevap verdi:
“-Değildi
elbette… Ama işyeri, hastane, okul, devlet daireleri gibi kamusal
işlevi olan bütün binalara ‘engellilere uygunluk’ şartı getirildi. Yeni
yapılan binalara zaten şartlar yerine getirilmezse ruhsat almak mümkün
değil; eski binalara da tadilat yaptırıldı. Devletin bu konuda
siyasilerden bağımsız bir politikası var. Parti ve kişilerden bağımsız
işliyor sistem… Projeyi devletin ilgili birimleri hazırlıyorlar,
standartlara uygun bir şekilde… Yapabilen bina sahibi kendi yapıyor,
maddî açıdan yapamayacak olana da uygun faizle kredi veriliyor yapması
için… Biz de krediyle yaptırdık.”
Sistem kurulmuş ve işliyordu. Yıllardır söylediklerimi duyan birileri çıkmış diyerek, seviniyordum.
***
Gün
boyu çalışmıştım. Akşamüzeri, cep telefonum çaldığında artık çıkmak
üzereydim. Arayan arkadaşımdı. Beni evlerine akşam yemeğine davet
ediyordu:
“-Akşama
annemler seni yemeğe bekliyorlar hayatım, iş çıkışı doğru bize gel…
Haftaya nişanımız var biliyorsun; önce nişanla ilgili detayları
konuşuruz; sonra da sinemaya gideriz; o çok beklediğin film gelmiş…”
“Hayatım? Nişanlanmak?”
Biz
ne zaman bu kadar samimi olmuştuk? Türlü engelleri kendime kuruntu edip
ona ben daha duygularımı bile henüz açmamışken ne zaman nişan aşamasına
gelmiştik? Bunu sorgulamadan ben başka bir şey sorma gereğini
hissettim:
“-İyi, geleyim de siz beşinci katta oturmuyor musunuz? Dört kişilik o ufacık asansör ikinci kattan başlamıyor mu?”
“-Amma yaptın?” dedi gülerek; “-Kaldı mı öyle ilkel yapılar? Artık tek standart var bu konuda… Bütün asansörler en az altı kişilik ve zeminden başlıyor.”
Artık şaşırmak ve sorgulamak yerine durumun tadını çıkarmayı tercih ediyordum. Böyle bir durumda bana ne kadar ‘engelli’
denilebilir, tartışılırdı. Hayatım boyunca sahip olmayı istediğim ve
engelimden dolayı erişemediğim şeyler, ellerimin arasındaydı.
Mutluluğumu tarif etmekten acizdim o anda…
Mesai çıkışı, işyeri servisi ile eve gitmek yerine bindiğim belediye otobüsü ile onlara gittim.
***
Telefonda
yaptığımız plana sadık kalarak, yemeğin ardından biraz muhabbet
ettikten sonra sinemaya gitmek üzere evden çıktık. Gideceğimiz sinema
salonu, sabah dışından engelsizleştirildiğini gördüğüm, ama içini hiç
görmediğim şehrin merkezindeki idi. Sinemadan içeri girdiğimizde
içerisinin de en az girişi kadar bana ve tekerlekli sandalyeme uygun
olduğunu gördüm. İnşaat sektörü ve onu yönlendiren genel toplumsal
yapının, yükseklik ve merdiven sevdasından kanun yoluyla da olsa
vazgeçmesi sevindiriciydi.
Biletlerimizi,
tekerlekli sandalye kullanan engellilerin yanlarındaki kişiyle yan yana
film seyredebilecekleri yerden aldık. Ben, tekerlekli sandalyemde, o
ise yanımda normal sinema koltuğunda oturacaktı. Hemen yerimize geçtik.
Işıklar sönüp film başladığında o başını omzuma dayadı, bense onun elini
elime alırken, başım, omzuma dayadığı başına hafifçe düştü. Gözlerim
kapanıverdi. Uyumuşum.
***
Uyandığımda
evde ve kendi yatağımdaydım. Yataktan kalktım. Perdeler kapalı olduğu
için içerisi aydınlık değildi. Önce perdeleri açtım. Dışarıda parlayan
güneş, bütün bu görüp yaşadıklarımın bir rüya olduğu gerçeğini
gözlerimin önüne serdi. Hâlâ, üniversiteyi dereceyle bitirmiş olmasına
rağmen engelleri yüzünden vasfına uygun bir iş bulamamış ve yalnız bir
adamdım. Üzülmedim değil; üzülmüştüm. Ama hayat ve mücadelesi, kaldığı
yerden devam ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder