2002 senesinde “Türk-Alman Özürlüleri Entegrasyon Derneği”nin
daveti üzerine derneğin 15.Yıl Kutlamaları çerçevesinde şiirli resim
sergisi açmak ve dört şiir gecesine katılmak üzere Almanya’nın Nürnberg
şehrine gittim.
Almanya’ya giderken beni gören herkes, iki dünya savaşı ve bir diktatör tecrübesi yaşamış olmasına rağmen kalkınmış her şeyiyle “mükemmel” bir ülke olduğu düşünülen ve bilhassa niyetleri hiç de iyi olmayan birtakım insanların ifadeleriyle “yaşanılmaz” olan Türkiye’yi bırakıp vatandaşı olarak yaşanılası bir ülkeye gidiyor olmamdan dolayı imrenme dolu bakışlarla baktı.
Hatta birçokları bana; “sen artık gelmezsin” bile dediler. Ben de adeta “ölmeden cennete giderken” orada kalacağım iki hafta süresince Almanya’nın gerek sosyal, gerekse insan yapısını imkânlar dâhilinde incelemek istedim.
İlk
gün, otelde bir grup olarak bulunan engellileri, çevreleriyle olan
ilişkilerini ve diğer insanların onlara yaklaşımlarını gözlemlemeye
çalıştım. Diğer insanların, bizdekinin aksine engellilerle çok fazla
karşılaştıkları belli; artık kanıksamışlar. Almanya’daki bu ilk gün ve
saatlerimizde engellilerin burada adeta bir “sınıf” olduğu hissi doğuyor içime ve bu his, Türkiye’deki “en azından”
kendi mücadeleme karşıt bir durum ortaya çıkardığından içimde bir
burukluk oluyor. Bir an, ya Almanya’ya gelmeden önce bana söylenilen her
şey, kuru bir “yabancı hayranlığından” ibaretse fikri aklıma düştü. Ya bizim gibi her şeyi Avrupa’dan kopyalanmış ya da kopyalanmaya çalışılan bir toplumda ya bu “engellileri, başta mimarî anlamda olmak üzere bazı konularda bir miktar rahatlattıktan sonra toplumun genelinden tecrit etme” anlayışı hâkim olursa diye düşünüp ürküyor ve kendimi aksine inandırmaya çalışıyorum. İlk gün bu hissettiklerimi asla unutamam.
Almanya’da bulunduğum sürece “Türk-Alman Özürlüleri Entegrasyon Derneği”nin
bana tahsis ettiği akülü tekerlekli sandalyeyle kaldırımlardan geçerek
şehri gezebilmeme, hemen hemen her binaya tekerlekli sandalye girişi ve
bir çok yerde engelli tuvaleti olmasına, metro ve belediye otobüslerini
kullanabilmeme rağmen, girdiğim her yerde tarifini yapamadığım bir
eksiklik vardı sanki...
Sonra,
konuştuğum Alman engellilerden Nürnberg’in mimarî açıdan örnek bir
şehir olduğunu, Almanya’nın birçok şehrinde bu imkânların olmadığını
öğrenince ilk şoku yaşıyorum. Her şeyin neredeyse “bedava”
verildiği söylenilen bir ülkede mücadelesiz hiçbir şey elde edilmediğini
görmek, bütün bunları bana söyleyen insanlar adına beni şaşırtsa da,
kendi adıma hayatı mücadeleyle geçmekte olan biri olarak “mücadelesiz hiçbir şey elde edilmediği”
hakikatini hiç yadırgamadım. Zira emeksiz elde edilmiş hiçbir şeyin
tadı olmadığı gibi çalışmadan, üretmeden büyüyen, gelişen toplumlar
olabileceğini varsaymak bile “hayalperest” olmaktan başka emeğe saygısızlık gibi geliyor bana...
Daha
sonra, benim gibi çalışabilecek vasıflardaki engellilerin durumlarını
öğreniyor ve hayret ediyorum. Mesela bir engelli işe girdiğinde maaşının
çok az bir bölümünü işveren, geri kalan kısmını da devletin verdiğini
öğrendiğimde eşitsizliğin, farklı ve eksik olduğunu hissettirmenin
verdiği rahatsızlığın, konformizme yenik düştüğünü görmenin
şaşkınlığının yanısıra “insan haklarının” algılanış şekli de
bana bir tuhaf geldi. Engelli olmayanla aynı işi yap, daha az ücret ve
ücretin büyük kısmını devletten (Sosyal Daire- bizdeki Fak-Fuk-Fon)
al... O zaman, engellinin çalışması da bir “oyalanmanın” ötesine gidemiyor elbette... O an aklıma Konfiçyus’un o ünlü sözü geliyor:
‘Bana balık verme, balık tutmayı öğret!’
Burada
devlet tarafından balık veriliyor çalışan engellilere... Ama verilen
balık türü sınırlı ve balık tutmanın o emsalsiz hazzından mahrumsunuz...
Hâsılı
Almanya’da mimarî engelleri önemli ölçüde ortadan kaldıran engelliler,
toplum, devlet, sistem üçgeninin kendilerine çizmiş oldukları çerçeve
içinde özgürlüğü kabullenmiş görünüyorlar.
Ben, kendi adıma “topluma ve dolayısı ile sisteme entegre” olmaktan, “emsallerim gibi yaşamayı” anladığım için “devletin kendilerine baktığı bir engelli hayat modeli”
benim yüreğimden ve kafamdan çok uzak bir anlayış... Elbette üretime
katkıda bulunamayacak kadar fizikî durumu kötü ya da hayata iştirak
edemeyecek kadar zihinsel problemi olan engellilere devletin “sosyal devlet anlayışına” göre bakması elzemdir fakat herkesi aynı kefeye koymak eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Avrupa’nın
gelişmiş ülkelerinden biri olarak gösterilen Almanya’da kazanımların
nasıl elde edildiğini Nürnberg’de şiir gecelerimden birine gelen bayan
Claudia’nın ifadesinden aktaralım:
“-25
yıl önce Nürnberg’de engelli olsun ya da olmasın insanlar bir araya
gelerek bir ‘entegrasyon grubu’ oluşturup istek ve ihtiyaçlarımızı
belediyeye bildirdik. 25 senelik mücadele sonucunda bilhassa mimarî
düzenleme konusunda önemli şeyler elde ettik. Nürnberg, Almanya’nın
engelliler açısından en iyi durumda olan şehridir. Almanya’da hala bazı
şehirlerde engelliler için gerekli düzenlemeler yapılmamıştır.”
Bayan Claudia, kısaca, engelliler adına mücadelenin kıyasıya devam ettiğini söylüyor. Hiç kimse, evinde oturarak ya da daha da kötüsü tepkisiz kalarak bir şey elde edememiştir. Hele hele “ben oturayım; özgürlüğümü başkası bana versin.” anlayışına sahip insanların, bir şeyler elde etmesi mümkün değildir...
Türkiye’deki engellilerin bilhassa mimarî konularda bir şeyler elde etmelerinin, “bizim sosyal yapımız gereği”, Almanya’daki kadar uzun süreceğini sanmıyorum. Yeter ki, engellilerimiz “bu hayatta biz de varız” deyip
sadece futbol maçlarına değil, hayatın yaşandığı her yere girip toplumu
kendilerinden haberdar etsinler. Bu konuda engellilerin başta aileleri,
çevreleri ve kendilerine çok büyük iş düşmektedir.
Bu ilk adımı attıktan sonra faaliyet gösteren her türlü engelli derneğine önemli ve etkili bir “ifade bilinci”
yerleştirilmelidir. Dernek kurmak ya da derneğe üye olmak şüphesiz
güzel ve önemli bir adımdır, fakat dernekçilik anlayışı engellilerin bir
araya gelip topluca “havanda su dövdükleri” bir anlayıştan
çıkarılmalı, karşılaşılan problemleri ilgili makamlara ileten bir
platform işlevi kazandırılmalıdır. Bunu yaparken de engelli olmayanların
da dernek faaliyetlerinde etkili rol oynamaları sağlanmalıdır. Elde
edilen ya da edilecek olan hakların uzun yıllara dayanan mücadelenin
sonucu olduğu akıldan çıkarılmamalı, en berbat yönetimlerin dahi
toplumdan gelen baskı ve taleplere karşı kayıtsız kalamayacağı
bilinmelidir. Son 30 senede bunun sayısız örnekleri mevcuttur. Bununla
beraber, hakkın verilmediği, aksine, "mücadele ile elde edildiği"
gerçeğini asla unutmayarak, siyasetçiler ve bilhassa iktidarlar
kutsanmamalı, onlara payeler verilmemelidir.
Bütün bunların inanılarak söylenilen “bu hayatta ben de varım” adımından
sonraki adımlar olduğunu asla unutmayın. Zira mesela bir rampayı oradan
en çok günde bir kere geçen birinin talep etmesi başkadır; günün her
saati oradan geçme ihtimali olan onlarca insanın söylemesi başkadır.
Birkaç kişi için kimse “kabartma harfli kitap” basmaz, ama sosyal hayatın her sahasında yer alacak görme engelliler, bu taleplerini elde etmede etkili olacaklardır.
Biz,
engelliler olarak, her şeyin başında bu hayatı yaşayıp
yaşamayacağımıza, bu hayatta yer alıp almayacağımıza karar vermeliyiz.
Kişisel olarak bu sorunun cevabını müspet anlamda vermeden yaşamak
istediğimiz hayatın biçimine karar verip bunun için mücadele etmemiz
mümkün değildir. Bu da tıpkı gelişmiş ülkelerdeki engelliler
gibi olabildiğince vasıflı, aklını kullanan, "açık görüşlü", yetişmiş,
kişilere ve iktidarlara yaslanmayan, özgür bireyler haline gelmekle
mümkündür.
Ben, şahsım adına Almanya’daki gibi bir “çerçeveli özgürlük” yerine bize has bir modelin siyasetçileri ve iktidarları kutsayan "sadaka" anlayışıyla değil de “herkes gibi” ve “herkesle beraber” bir hayat istiyorum; ya siz?
Alper Şirvan
13.07.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder