(Barış Manço'nun, Barış Ağabeyimizin vefatının hemen ardından kaleme aldığım yazımı, vefat yıldönümünde sizlerle tekrar paylaşıyor, kendisini saygı, rahmet ve özlemle anıyorum.)
Barış Manço’nun vefatından etkilenen o neslin bir ferdiyim.
Çünkü ölen Barış Manço değildi aslında... Ölen, mahalle aralarında top oynayan çocukluğumuz, gönlümüze düşen ilk cemre gibi gözlerinde sevgi bulduğumuz o güzelin muhabbetiyle dolu gençliğimiz ve bu kaybolan bütün güzelliklerin ardından kanayan yüreğiyle ağlayan yaşlılığımız... Bir neslin sevdası öldü asıl... Yetmişli yılların utangaç ama bir o kadar da sevdalı, Attila İlhan’ın bir şiirinde bahsettiği ‘ayıpsız ama ellerimizi kirletmeden’ yaşanan aşkları öldü.
O, çocuklara ağız dolusu gülmeyi, gençlere "adam" gibi sevmeyi, yaşlılara ise hayata bağlanmayı öğretti. "Dağlar dağlar"‘da ‘çocukluk aşkımı’ hatırlıyorum; "Hatırlasana"‘yı apansız gidiveren sevgililer için ben yazmışım gibi geliyor; "süper babaanne"‘de babaannemi dinliyorum sanki ve "gülpembe"‘yi duyunca çok sevdikleri insanları apansız kaybedenleri ve onların bu şarkıda nasıl da ince bir üslupla anlatıldıklarını daha iyi idrak ediyor ve anlıyorum. Anlıyorum ve ağlıyorum.
Her şarkısı, buram buram Türk insanı kokuyordu onun... O dünyanın dört bir yanında "bizi, bizimle anlatarak" sanki bir kültür akıncısı gibi sımsıcak yüreğiyle fethetti uzak ülkeleri... Tıpkı, yıllar önce dedelerinin yaptığı gibi... Kılıcının keskinliği ile değil, yüreğindeki sevgi ile...
O son dönemde unuttuğumuz ne kadar "değer" varsa üstünde taşıyordu biz hiç fark edemesek de... O bizim inancımız, hoşgörümüzdü; estetiğimiz, sevgimiz, saygımız, sevdamızdı aslında... O bizim vatanseverliğimiz, milliyetperverliğimizdi. Şarkılarıyla kimimizin ağabeyi, kimimizin amcası, oğlu, torunuydu... Nihayetinde Barış, bizden biriydi. Farkında mısınız bilmem; onun hakkında söz söyleyen herkes onu anlatırken "Barış Ağabey... Barış Amca...” veya sadece “Barış" diye seslendiler ona... Çünkü o halkçı geçinen birçoklarından daha "halkçıydı.”
O bütün bu saydıklarımın hiçbir zaman kuru kuruya borazancısı olmamış, tam tersi onları yaşayarak her birini şahsiyetinde abideleştirmişti.
Hadi onu herkese seslenen gür sesi ile duyabildik. Ya fark edilmeyen ve fark edilmeden bu dünyadan göçen değerlerimiz... Besteleri ile ruh dünyamıza şekil veren Bir Bekir Sıtkı Sezgin’i kaçımız tanıyoruz? Küçük mutlulukların sade ama bir o kadar da derin şairi Ziya Osman Saba, saf ve beklentisiz sevgisini anlatacak okur buluyor mu sizce? Ya ‘gönlünü Bingöl Çobanlarına yayla yapan’, ayrılık ve hasret şairi Kemalettin Kamu, nerede? Ya biz neredeyiz?
Barış, batıdan transfer bir ifade ile "Türkiye mozaiğinin her an dökülebilecek küçük bir parçası" olmayı değil, buram buram Türk kokan bir ifade ile "Türkiye aşuresinin vazgeçilmez bir lezzeti" olmayı başaran sanatkârlardandı. Öteleri anlattı birçok şarkısında bizlere... Hem, ‘unutma ki dünya fâni...’ diyerek bu dünyanın ‘fâni’ olduğunu hatırlattı dünyaya dört elle sarılanlara; hem de ‘Allah’ın verdiği canı almak sana mı kaldı Osman?’ diyerek onu sadece ‘veren Allah’ın alacağını’ anlattı dünyaya küsenlere... Dağların ardında kalan yâri, "son bir olsun" görmenin anlamını bir o biliyordu.
Ondan ve eserlerinden çok şey öğrendik; öğrenmeye de devam ediyoruz. Ruhu şad olsun! İnşallah ondan öğrenebildiklerimizi çocuklarımıza öğretebiliriz.
(1999-Kaplıkaya-Bursa)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder