Yalnızlığın
farklı tanımları yapılagelmiştir. Herkesin kendi yalnızlığına, kendi yalnızlık
tanımından yola çıkarak sığındığı da çoktur; ondan usandığı da… Yalnızlık için “kalabalıklar içinde yalnız olmak” gibi
içi boş narsistik yaklaşımlar da vardır; herkesten ilgi bekleyip gelmeyince de “yalnız” olduğunu söyleyen de…
Hâlbuki büyük
resme baktığımızda eninde sonunda “yalnız”
olan insanın, bu hayat denen nesneyi kullanması için iki yol vardır: Ya, tek
başına ama yaşamak istediği her şeyin hakkını vererek; ya da bir başkasına eş ve
birilerine ebeveyn olup o sürecin hakkını vererek yaşamak… ve asıl olan, ne
merde, ne namerde muhtaç olmadan vadeyi doldurmaktır.
Hal böyleyken
bilinçli olarak bu seçimi yaptığını düşündüğümüz insanın, eften püften
sebeplerden bulunduğu nokta ve unsurlarından (eş, çocuk vs.) şikâyetçi olması, “çok yiyen, çok acıkır” sözünü aklıma
getirir hep…
Bu normal ve
olağan iki yolun dışında insanlar da vardır ve aslına bakarsanız bu yüzyılın
arafta kalmış yalnızlarıdır onlar… Kendi müstakil hayatları olmadığı için hayat
onların üzerinde emanet bir elbise gibi durur. Herkes gibi onların da yaşamak
istediği bir hayat vardır; fakat hayat şartlarından tutun da, çevresel
faktörlere kadar uzun bir sebep listesinin sonucu olarak, hayat onlar için
sadece bir “umuttan” ibaret kalır.
Ne müstakil
hayat kurabilmişlerdir; ne de ülkemizdeki feodal düzenin, bilhassa erkek
bireyin kolaycılığa kaçmasından, kadının da kâh romantik, kâh ihtiraslı hayat
görüşünden ötürü her iki tarafa da cazip gösterdiği evlilik yapabilmişlerdir.
Ama her iki hayat biçimi için de her zaman sadece “umut” ederler.
İnsan
yaşadıklarından ibarettir. Yaşayanın hatıraları, yaşamak isteyenlerinse sadece umutları
vardır bu yüzden… Son nefeste “gidiyorum
ama yaşadım da gidiyorum” diyenlerden olmak, beklentiden öteye gitmez.
Çoğunluğun “kendine müslüman” olduğu bir dünyada,
onları bekleyen son, çoğunlukla hiç de hak etmedikleri sıfatlarla tanımlanıp yitip
gitmeleridir. Hayatın hiçbir türlüsünü yaşayamadan…
Ben onlara “çekyat
adamları” diyorum. Çünkü ne “kişisel” ne
de “özel” hayatları olmadığı için ömürleri
çekyatta geçer.
“Yaşamak” istedikleri “bir gün…” ufukta kaybolan gemi bile
olsa artık, son nefese kadar bekleyeceklerdir.
Çünkü içlerindeki
umuda adadıkları koskoca bir ömür ve ortada hiç kimsenin algılayamayacağı
büyüklükte bir emek vardır.
5 Şubat 2014
Kaplıkaya/Bursa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder