“Sevgi her engeli aşar!”
Aşılamayan,
aşılamadığı için halının altına süpürülen sorunlarla her karşılaşıldığında
söylenen klişe cümle… Sorumluluk duymadan, somut olan problemin çözümünü, soyut
olandan bekleme hastalığının engellenen bireyler dünyasındaki iz düşümlerinden
sadece biri.
Bu klişe, ailelerin, toplumun ve kamusal yönetimin
engelli bireye yaklaşımı bağlamında da değerlendirilebilir ama ben bu yazımda
konuyu “14 Şubat” bağlamında ele alacağım.
Sevgi,
muhabbet, aşk… İşin içinde engeller olmadığında dahi günümüzde
sürdürülebilirliği kolay olmayan olgunun farklı adım ve varyasyonları. “Sonsuz”
diye başlanıp yola çoğunlukla “onsuz” devam edilen, yine çoğu kez aklın
fişi çekilerek çıkılan, genel ve özel birçok parametresi olan “büyülü” yolculuk. Bunlara bir de “engeller”
eklenince durum bambaşka bir hal alıyor sanıyorum.
İnsan,
ister beşerî engellerden doğan erişim engelleriyle boğuşur olsun ister engelsiz
olsun ister kadın ister erkek olsun birey olarak biraz tohum, biraz topraktır
aslında… Bazen bilinçli, çoğu zaman bilinçsizce bulduğumuza kendimizi ikna
edene değin tohumumuza en uygun toprağı; toprağımıza en uygun tohumu arayıp
duruyoruz.
Sadece
“eş” meselesinde değil, her konuda “toprağını (en verimli olacağı
ortamı) bulmak” önemli bir şanstır. Bu ayrı bir konu olsa da biz yine asıl
konumuzdan devam edelim.
Karşılıklı
olarak “tohum-toprak” uyumunu fazla irdelemeden çıkıyoruz bu yolculuğa… Beri
yandan ne kadar dikkat edersek edelim, yolculuğun devamında “tohum ürüne
dönüşmeden, uygun olup olmadığını tam bilemeyeceğimiz” gerçeği ile
tanışıyoruz mecburen.
Bilmek için
birlikteliğin; birliktelik için tanımanın gerekliliğini fark ediyoruz.
Bu bir paradoks!
Çözüm? Çok katmanlı! Ömür? Binlerce yıl değil… Yaşayarak öğreniyoruz;
öğrenebildiğimiz, paradoksu çözebildiğimiz kadarıyla yaşıyoruz. Hayata dair, o
ana kadar fark edemediğimiz birçok gerçekle beraber…
Bu tatlı
kumarı oynamanın sonrasındaysa gerek sevdiğimizin toprağına ektiğimiz kendi
tohumumuzun, gerekse kendi toprağımıza sevdiğimizce ekilen tohumun ürüne
dönüşmesi için çaba göstermeyi, sabırla ürünü beklemeyi beceremiyoruz. Emek
ve sabırla büyütsek bile, büyüttüğümüz ürüne (güzel bir çiçek de olabilir, sıradan
bir bitki de) razı olmayı, budur deyip yaşayabilme olgunluğunu, birlikte can
vermenin o eşsiz coşkusunu, hayatın büyük resminin ihtişamına odaklanmayı, hiç
yoksa kendi emeğimize saygıyı saymıyorum bile… İşin içine bir de başta aldatma
ve şiddet olmak üzere, “yetiştirilme arızaları kaynaklı sorumsuzluk”
parantezinde başkaca “kurumalar” girdiğinde iki taraf için de “hasat”
değil, “kökleme” zamanı gelmiş oluyor mecburen. Ama sorsanız, en azından
başlangıçta, hatta tanışır tanışmaz herkes herkesin “aşkı(!)”
Fiziksel,
mental ve duygusal… Konu iki insanın birlikteliği olunca bu üç alanda uyum,
tamamlayıcılık ve bütün bunlarla birbirini var etme iradesi önem kazanıyor. Fiziksel,
mental ve duygusal uyum gerekliliğinden hangisini öne çıkartacağınız eğer
engeliniz yoksa tamamen kişisel tercihinize bağlıdır. Ama bilhassa hayata
katılma konusunda engel ve kısıtlamanız varsa, gönül işlerinde ister istemez,
“fiziksel tamamlayıcı özellik ve uyum” önceliğiniz olur, olmak zorunda bırakılır.
Ülkenin
çarpık şehirleşmesi, sosyal yapısı, yetersiz kamusal (sosyal) hizmet(ler)
birincil sorun. Engellinin öncelikle meslek edinip ekonomik özgürlüğünü elde
ettiği, icra edebildiği bir işe sahip olmasının önündeki türlü engel de cabası…
Birbirlerine değer veren, seven, duygusal ve mental olarak uyumlu olsalar
da fiziksel anlamda aynı derecede desteğe ihtiyaç duyan iki engellinin üçüncü
şahıslara ihtiyaç duymadan sürdürebilecekleri bir birliktelik oluşturmaları bu
şartlarda çok da kolay olmuyor haliyle… -ki ister engelli, ister engelsiz
olsun aile ve çevre desteğine dayanan, sorumluluk içermeyen, ikili olarak
birbirini var edemeyen bir birlikteliğin gerçek bir birliktelik olmayacağı
kanaatinde olduğumu da ifade etmeliyim. İnsan,
elbette gerektiğinde çevresinden destek alır ama çevre desteğine dayanarak bir
hayat kurulmaz, kurulsa da sağlıklı olmaz diye düşünenlerdenim.-
Fiziksel
engelleri olan çiftin, birlikteliği bir adım öteye taşımak istediklerinde
yaşayacakları kendilerine uygun evi bulmanın zorluğu da dâhildir şartların
engebesine. Yani, “sevgi her engeli aşmadığı” gibi, mevcut sorunların
çözümsüzlüğü daha büyük sorunları ve soruları da beraberinde getiriyor, fark
ettiriyor.
Taraflardan
birinin engelsiz olma durumunda da benzer sorunlar yaşanmakla beraber,
ilişkilerin olmazsa olmazı “ne istediğini bilmek ve gerçekleştirdiği her
eylemin bilincinde olmak” çok daha büyük önem kazanıyor her iki taraf için
de… Şuursuz ve sorumsuz bir ortamda bir sevgiyi yaşamak ve yaşatmak mümkün
mü?
Olayın
“aileler” kısmı bir başka “sorunlu” parametre. Yanı sıra -her ne
kadar engellilik söz konusu olduğunda fark etmese de- içinde yaşadığımız
erkek egemen toplumda “engelli kadın” olmanın güçlüğünü, ilişkilerde ve
evlilik dahil birlikteliklerde kadına yüklenen, yüklenmeye çalışılan
sorumlulukları da göz önüne
aldığımızda mesele biraz daha çetrefilli hale geliyor.
Ayrıca,
bakın bunca şey anlattık; “engelli ebeveyn olma” meselesine gelemedik
bile. “14 Şubat ile ne ilgisi var?” mı diyorsunuz yoksa? “Platonik
takılmayı” mı tercih ediyorsunuz bilmiyorum ama sürecin bizi er ya da geç
ebeveyn olma noktasına getireceği de kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü toplumun
fark edemediği bir gerçek olarak engeli ne olursa olsun, hiçbir engellenen
birey, cinsiyetsiz değildir.
Buna ek olarak sevdiğiyle beraber olup bu sevgisini “evlat(lar)”
noktasına getirebilmiş engelli ebeveyn sayısının, fazla olmadığı gerçeğini de
ortaya koymak gerek.
Sevgi
her engeli aşmasa da her şey onunla başlıyor. Sevginin olmadığı yerde insan da olunamıyor. Bir canlı türü olarak değil, gerçek anlamıyla "insan olabilmek", "insan kalabilmek" için sevmek gerekiyor. Hayatı, insanı ve bir başkasının
toprağında var olup birbirini büyütmeyi, yaşatmayı…
Yoksa
“onu buldum” mu diyorsunuz? Sıkı sıkı sarılın o halde!
Çünkü,
şairin de dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder