Her şey çalıştığı iş yerinde kolinin üzerinde okuyamadığı birkaç kelimeyle başlamıştı.
İnsanın
sahip olduğu bir yetiyi kaybetmeyi bırak, kaybetme kaygısı bile fazlasıyla
üşütürdü ruhunu. Aslında basit bir göz kusuru da olabilirdi yaşadığı ama… Yine
de ve nedense garip bir ürperti gezinmişti içinde. Ailesine, bilhassa en büyük
destekçisi olan babasına söyledi hemen eve gider gitmez.
Babasıyla
beraber gittikleri doktor onu üniversite hastanesine yönlendirdiğinde daha 16
yaşında gencecik bir kızdı. Doktorun tedirginliği ve çaresizliği kaygısını
arttırsa da metanetini korumaya çalışıyordu babasının yanında. Ta ki özel
muayenehaneden çıktıklarında babası kendisini koltuğunun altına alana kadar…
Gözleri yaşardı ama ağlamadı. Öylece yürüdüler otomobillerine kadar. Yıllardır “dikkatsizlikten” sandığı şeyin gözlerinden kaynaklandığını nereden bilebilirdi? Doktorun bahsettiği “pitozis” de ne ola ki diye arabaya oturur oturmaz cep telefonundan girdiği internete baktı.
“Gözün
üst kapağının sarkmasıdır. Normal görmeyi engelleyebilir. Çocuklarda ya da
yetişkinlerde ortaya çıkabilir. Çocukluk çağı pitozu göz tembelliğine sebep
olabileceği için bu tür çocuklar sık göz muayenesiyle takip edilmelidir.”
“Meğer
ben dikkatsiz değilmişim, gözüm tembelmiş” diye geçirdi içinden. Rahatlamasa da
bilmek, içini ferahlatmıştı az da olsa. İlkokul öğretmeninin her seferinde
“gözünü kısma Canan’cığım” uyarıları geldi aklına. “Ah be öğretmenim,” diye iç
geçirdi; “keşke… keşke bir doktora yönlendirseymişsiniz…” diye düşünerek.
Eve
geldiklerinde “ben biraz yürümek istiyorum” dedi babasına. Kente hâkim bir
yerdeydi evleri. Evin yakınında ama biraz daha yukarıdaki parka doğru yürürken cep
telefonuna taktığı kulaklığından yüreğine dökülüyordu sevdiği grubun her zaman
diline dolanan şarkısı…
Yalnızlık
hissi, içine mi yoksa kente mi çökmüştü bilemiyordu. Başını alıp da gidemezdi.
Mücadele yeni başlıyordu. Zamanla daha iyi anlayacaktı. Uçan kuşların
özgürlüğüne ve sağlığına imrendi o an, kuşlar, uykularında ölmeden bir sevda
kuşanmak umuduyla…
Banka
oturdu kendini atarcasına. Manzaraya daldı gitti ne kadar net görüp görmediğine
takılmadan.
***
Üniversitedeki
hocaların detaylı muayenesi için oradaydı. Bir göz doktorunun klasik
muayenehanesinde bulunabilecek teçhizatın bulunduğu odanın gri rengi o an
içinde hissettiği duygu kadar soluktu. Doktorların kendi aralarında “tıpça”
konuşmalarının ardından bir teşhisi daha olmuştu. Keratokonus!
Merakla
“nedir bu?” dercesine baktı. Doktorlardan genç ve kadın olanı, net ve kitap
gibi açıkladı.
“Bir
kornea hastalığı Keratokonus. Normalde yuvarlak şekilli olan korneanın (gözün şeffaf
tabakası) öne doğru koni şeklinde sivrileşmesidir. İlerleyici ve görmeyi bozan
bir hastalıktır, genellikle ergenlik çağında başlar. Sizin de öyle olmuş
olabilir.”
Canan
sessizdi. Babası konuştu.
“Peki
tedavisi doktor hanım?”
Doktor,
soruyu soran babasını muhatap alıp cevapladı.
“Gözlük
çözüm değil bu hastalarda. Mecburen lens vereceğiz. Takarken zorlanabilir,
yardımsız da takamayabilir ama rahat edecektir. Ama…”
“Ama?”
dedi Canan.
Doktor
hemen hastasına döndü ve soğukkanlılıkla, “Lens geçici çözüm. Kornea nakli
olmalısın. Yoksa gözlerini tamamen kaybedebilirsin. Sol göz çok ilerlemiş.”
dedi dudaklarını büzerek.
“İkisi
de olmalı. Ama önce sol göz nakil için öncelikli…”
***
Tam
da doktorun dediği gibi olmuştu. Taktığında cam gibi net görebildiği lensleri
ancak ağabeyinin yardımıyla takıp çıkartıyor, o bile zor oluyordu.
Okul
ve iş koşuşturmasına bir de doktor doktor gezme eklenmişti. Üniversitedeki
doktorun tehditkâr ama net konuşması lensin yarattığı olumlu etkinin tadını
çıkarmasına engel olmuştu.
Bursa’nın
ardından İstanbul’da bir başka uzman doktorun karşısındaydılar. Canan ve
babası, başı önünde eldeki sonuçlara bakan doktora dikkat kesilmişlerdi. Farklı
bir şey söylemesi, dahası kısa yoldan kesin çözüme ulaştıracak yolu göstermesi
umudundaydılar. Hayat bazen sadece o kadardı: Ümit!
Derdi
olanın, hasta olanın, hayata erişim konusunda engeli olanın tek odak noktası
olan çözüm, çalınan hangi kapının arkasından çıkacak bilinmezdi. O şarkıda
dendiği gibi aslında hepimiz beklemeye razıyızdır, yeter ki umudumuz yaşamaya
ve yaşatmaya devam etsin.
Saçı
seyrek, hafif göbekli, altmışlı yaşların olgunluğundaki doktor, başını
kaldırdı. Yakın gözlüğünü sağ eline alıp kendisinden merakla cevap bekleyen
ikiliden, Canan’ı muhatap alarak babacan bir tavırla konuştu.
“Evladım,
lenslerinden memnun musun? Zor oluyor mu takıp çıkarmak?”
“Evet,
hocam.” dedi Canan, daha pratik bir çözüm yok mudur diye sorar bir ifadeyle.
“Ağabeyim yardım ediyor takıp çıkarırken…”
Babası
başıyla kızını onaylarken, doktor, Canan’ı anlamışçasına konuştu.
“Senin
durumunda kornea nakli tek ve kalıcı çözüm kızım. Başka bir çaresi yok
durumunun. Ben şimdi Ankara’daki bir doktorun bilgilerini vereceğim. Orada
sıraya girmeli, uygun kornea bulunduğu anda her iki gözünden de nakil
olmalısın. Sonrası senin için çok daha güzel olacak inşallah.”
Başını,
Canan’ın babasına çeviren doktor devam etti.
“Ama
ihmal etmeyin bu işi! Bugün yazılıp sıraya girseniz dahi kızımıza uygun kornea
ne zaman çıkar, garantisi yok. Organ bağışının ülkedeki hali malum.”
İkisi
de başlarını sallıyordu. Babası birden atıldı hafif yaşaran gözlerle ve
titreyen sesiyle sordu.
“Ben
versem doktor bey, olmaz mı?”
Doktor,
birçoklarının saçma bulacağı bu teklifin, kendini çaresiz hisseden bir babanın,
evladı için her şeyi yapmaya hazır olduğunun işareti olduğunun farkındaydı.
Sükunetini ve babayı bozmadan konuştu.
“Keşke
böyle bir imkân olsa beyefendi, keşke… Ama ne yazık ki bazı organlar gibi göz
de sadece onu kullanana özel ve her gözde sadece bir kornea var. Dediğim gibi
organ bağışı olursa…”
Ağlamamak
için kendini zor tutan sadece babası değildi. Canan da babasının bu tavrı
karşısında duygulanmıştı. “Aman baba ya…” deyip gizlemeye çalışsa da babasının
elinde titreyen eli her şeyi anlatıyordu.
Doktor,
yazdığı kâğıdı onlara uzattı. Artık yıllardır süren bu çare arayışın istikameti
Ankara olacaktı.
***
Ankara’da
kornea nakli yapan merkezdeki doktorun yönlendirmesiyle bir miktar para yatırıp
nakil için kayıt yaptıralı beri dört yıl geçmişti. Canan, gözlerine inat
okumayı çok seviyordu. Okumak onun için hayat okyanusuna özgürce kanat açmak
kadar güzel ve anlamlıydı. Dahası, meslek edinmenin, akademik kariyer yapıp
eskilerin deyimiyle “koluna altın bileziği geçirmenin” engellenen insanların
dahi iş bulmasının zor olduğu ülke şartlarında kendisini bir adım öne
getireceğinin bilincindeydi.
Bu
düşüncelerle yürüyordu okuldan yurda yorgun argın dönerken. Üniversiteden mezun
olup o altın bileziği koluna geçirmesine aylar kalmıştı. Rehberlik öğretmeni
olacaktı. Kamu Personeli Seçme Sınavı’nın ardından atanabilirse eskilerin
deyimiyle “ekmeğini eline alacaktı.”
Binanın
nizamiyesinden girer girmez telefonu çaldı.
***
Acılı
anne babanın gözleri yaşlıydı. Adam, kadına göre daha metin görünse de içinde
fırtınalar kopuyordu. Kadın, başını eşine yaslamış, gözyaşlarından eşinin
kazağı ıslanmıştı.
Yanlarına
yaklaşan doktor, “buyurun, odamda konuşalım” diyerek eliyle az ilerideki odasının
kapısını gösterdi. Aydınlık ama gri koridoru sessizce geçerek odaya vardılar.
Doktor, koltuğuna otururken kadınla adamı masasının hemen önündeki karşılıklı
iki koltuğu gösterdi eliyle.
“Bu
yaptığınız, nice canlara hayat olacak. Onlar adına size çok teşekkür ediyorum. Ümit…”
Evlatlarının
adını duyunca kadın derin bir iç geçirerek içi ağlayışına yüreğinin sesini de
kattı. Adam sadece ve hafifçe “dur hanım, dur” diyebildi. Onun frenlemesiyle
kadın ağlayışına sessizce sürdürünce doktor devam etti.
“Ümit,
böbrekleri, kalbi ve gözleriyle birden fazla hastamızın hayatına daha güzel,
daha sağlıklı devam etmesini sağlayacak. Organ bağışının önemini bir türlü
anlatamıyoruz ama… Sizler gibi insanların çoğalmasını diliyorum hem bir hekim
hem bir insan olarak.”
Ağlayan
kadın birden susup güçlü bir ifadeyle sözü aldı.
“Siz
bakmayın böyle ağladığıma doktor bey. Ben, daha on sekiz yaşında evladımı,
Ümit’imi trafik kazasında kaybettiğim için ağlıyorum. Yoksa…”
Sesi
titriyordu. Eliyle eşini göstererek devam etti.
“Yoksa
uygun donör bulunmasaydı, bu adam daha beş sene önce ölürdü böbrek
yetmezliğinden. Ama işte evlat… Evlat acısı kolay mı?”
Doktor
cevap veremeden kadın yeniden ağlamaya başlarken, eşi ona sarıldı.
***
Telefonu
heyecanla açtı Canan. Arayan babasıydı.
“Müjde
kızım, müjde! Uygun kornea bulunmuş.”
Canan’ın
kalbi, heyecan ve umutla çarptı.
“Sahi
mi? Nasıl?” diyebildi sadece. Babası ondan heyecanlıydı.
“Doktor
beyin sekreteri aradı. ‘Kızınıza uygun kornea bulundu’ dedi. Ameliyat için bizi
bekliyorlar.”
Canan’ı
uçarak gideceği bir Ankara yolculuğu bekliyordu.
***
İki
gözü de bandajlı Canan, doktorun özel koltuğundaydı. O ve doktordan başka anne
ve babası da doktorun nispeten aydınlık odasında heyecanla bekliyordu. Doktor,
itinayla sorunu ilerlemiş olan sol gözü açtı. Canan’ın açılan gözü kırpışırken
elindeki cihazla baktı doktor göze. “Harika, harika” diye söylendi.
Karşısındaki panodan harfleri Canan tek tek seçip bilirken, odadaki herkesin
yüzü bir başka aydınlanıyordu.
Doktor
da başarılı geçmiş bir ameliyatın haklı gururunu yaşarken diğer gözü de sevinç
ve mutlulukla açtı. O da en az diğeri kadar iyi durumdaydı. Babası, doktorun
ellerine sarılırken doktor “rica ederim efendim” deyip ellerini kurtardıktan
sonra masasına geçti.
“Gözlerin
ikisi de iyi ama yine de bilhassa yakın için gözlük kullanman gerekecek.
Damlalar vereceğim, bitene kadar kullanırsınız. Altı ayda bir de kontrol için
gelmenizi isteyeceğim.”
Doktora
karşı o ne derse yapacak kadar minnet dolu ve bir o kadar da mutluydular.
Canan,
artık hayatına ve geleceğe daha net ve parlak bakabilecekti.
Onun
için kaygılanan anne babası kadar…
Ümit’in
gözleriyle…
Alper Şirvan / 23.10.22
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder