16 Eylül 2022 Cuma

Sakat Muhabbet Podcast: Bölüm 1 Konuk: Alper Şirvan Konu: Mavi Orkide, Sakat Aşk, Heyecanlar, Hezeyanlar


ALPER TOLGA AKKUŞ: Sakat Muhabbet’in ilk programına, ‘Hoş Geldiniz’ diyorum. İlk konuğum, aslında Sakat Muhabbet’in muhabbet kısmının karşı tarafı olmasını düşündüğüm bir konuğumdu. Dedim ki, ‘Gel beraber yapalım programı’. Hatta deneme çekimi de yaptık, kayıtlar yaptık, çalıştık. Yani bunun bir evveliyatı bayağı bir var. Ama kısmet olmadı, diyelim, sonrasında olmadı. Ve, sonra ikinci bir kişiye gittim. Ben bu muhabbeti seninle yapayım diye. Onunla da olmadı. O da cingılımızın seslendirmesini yaptı. Esra Güleç, ona bir teşekkür de bir daha edeyim. Ve şimdi ilk konuğumu, ortağım olmasını istediğim, şimdilik olmayan ama ileride umarım olur dediğim konuğum, Alper Şirvan'ı, Adil Alper Şirvan’ı konuk ediyorum. Alperciim diyeyim, biz yakın arkadaşız zaten, öyle konuşalım.

ALPER ŞİRVAN: Evet elbette.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Alperim hoş geldin. Nasılsın, iyi misin kardeşim?

ALPER ŞİRVAN: Hoş bulduk Alpercim. Bende burada olmaktan dolayı çok mutluyum. Elbette ki seninle birlikte program yapmak bambaşka bir keyif. Çünkü sen bu konuda ciddi bir, ciddi bir eğitim aldın. Bu konuda seni çok takdir ediyorum. Senin bu çıktığın, bu güzel yolda sana en ufak dahi olsa bir destek verebiliyorsam ne mutlu bana diye düşünüyorum.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Çok sağol kardeşim. Şimdi ben tanıyorum Alper Şirvan’ı. Tabii sakatlar camiası ve daha dışından da seni tanıyanlar var. Kitapların var, sergilerin var, projelerin var, dünya çapında birinciliklerin var. Var da var. Yani sayarsak şimdi sakat muhabbetin ana konusu kayar. Alper Şirvan ve başardıklarına gider. Ben, seni ben tanıtmayayım abi. Kısaca seni tanıyalım. Alper Şirvan kimdir? Benim gibi bir sakat birey olduğunu şimdiden ben söyleyeyim. İkimiz de CP’liyiz. Serebral Palsiliyiz. Onun farklı evrelerinden iki kişiyiz diye özet geçeyim ama Adil Alper Şirvan’ın kim olduğunu kendisine buradan sormuş olayım.

ALPER ŞİRVAN: Şimdi ben kendimi kısaca tanıtayım. Dediğin gibi, ben de senin gibi doğuştan CP’liyim. Sadece sol elimi kullanabiliyorum ve tekerlekli sandalye kullanıcısıyım. 17 Kasım 1973 Manısa Saruhanlı doğumluyum. Uludağ Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümünü 1995 yılında dereceyle bitirdim. 1998’de başlayıp kamu ve özelde aralıksız olarak devam eden çalışma hayatımın ardından 2021 yılının Şubat ayında kamudan emekli oldum. 1996 - 2018 yılları arasında yayımlanmış iki şiir, bir hikaye ve bir de roman olmak üzere dört kitabın yazarıyım ki yakın bir zamanda, yakın bir gelecekte, inşallah belki bu yıl içerisinde yeni, yeni romanımın raflarda olması planlanıyor. Bilgisayarda resimlediğim şiirlerimi 1996- 2003 yılları arasında Turgutlu, Bursa, İstanbul ve Nünberg’de açtığım üç kişisel, bir karma sergi ile sanat severlerle paylaşma imkanı buldum. Ayrıca çeşitli makamlarda bestelenmiş, çeşitli sanatçılar tarafından bestelenmiş şiirlerim mevcut olup, İlgün Soysev tarafından hüzzam makamında bestelenen  ‘Bekleyiş’  adlı  şiirim  TRT  repertuarında  bulunuyor.  Bunlarla beraber işte senin de demin bahsettiğin gibi 2012 yılında güneş enerjili tekerlekli sandalye fikrimle dünya çapında düzenlenen bir projede birinci oldum. Hayat böyle üreterek, bulunduğumuz şartlarda en iyisini yapmaya çalışarak devam ediyor.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Tabi sakatlarla ilgili bir sürü önyargı da var. İşte, mesela başarmış, aferin, şu olmuş, bu olmuş ama hayatın olağan akışında biz bunları yapıyoruz yani bunları.

ALPER ŞİRVAN: Evet, aynen öyle.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Başardık, şuyuz, buyuz, kahramanız, bir numarayız demek için yapmıyoruz. Yaşıyoruz. Herkes yaşıyor, herkes mücadele ediyor.

ALPER ŞİRVAN: Hayatımızı yaşıyoruz

ALPER TOLGA AKKUŞ: Tabii yani, ama bunu dışarıdan görenler, tabii bunu da irdeleyeceğiz tabii. Konu başlığımıza, ben tabii başta şöyle girdimi. Senin ilk kitabın, ‘Mavi Orkide’ idi. Yeni kitabın daha çıkmadı ama çıkmak üzere. Bana da gönderdin, okudum. Sağol. ‘Aynadaki Öteki’yi ve ben de bu iki kitap üzerinden, ilk kitap daha derinlikli olmak üzere, program konumuzu; ‘Sakat Aşk, Heyecanlar, Hezeyanlar’ diye bir şey kurdum kendim. Sana da gönderdim, sen de hatta ‘Hezeyanlar nedir abi?’ diye bana sormuştun, hatırlarsan. Yani bir sakat olarak heyecanla başlayıp hezeyan ile biten gönül maceraları diyeyim. Yani çoğunlukla öyle oldu. En azından bende öyle oldu. Ondan çok nadir var. Sakat bireylerin romantik ilişkilerini konuşmak istedim. Zaten kitabında da iki ana karakter var. Adil ile Efsun. Adil ismi de senin de isminin bir kısmı  Adil zaten. Sen de istersen girersin o konuya, senin hayatına da değiyor mu diye. Evet, şimdi öncelikle senden bu kitap karakterleri üzerinden ve kendi hayatın üzerinden sakat aşka dair duygu ve düşüncelerimizi dilimiz döndüğünce anlatalım istiyorum. Bu konuya bir başlık olması açısından ‘Mavi Orkide’ bize çok iyi bir imkan sunuyor aslında abi. ‘Mavi Orkide’ kitabının hikayesini, başlangıç amacını, yazarken kendi hayatından parçalar var mı, yok mu onu da belirterek Sakat Aşka doğru temasını da düşünerek bize aktarabilir misin bu aşamada?

ALPER ŞİRVAN: Evet elbette. Ben bu romanı yazmaya 2017 yılında karar verdim. Kendi hayatımın penceresinden insanlara farklı bir durumu anlatmaya, CP’yi biraz daha fark ettirmeye gayret ettim. Bununla beraber insanların gerek CP’lilere gerek genel olarak engellilere, engellere bakışının ne kadar sakat olduğunu bir şekilde göstermek istedim aslında. Şimdi ‘Mavi Orkide’ çiçek olarak çok önemli bir çiçek. Niye? Niye ismi ‘Mavi Orkide’. Çünkü, ‘Mavi Orkide’ öykü de kendisine sonsuz aşk anlamı yüklenmiş olmasına karşın kendi kendine mavi açamayan ve mavi açtıktan 3 ay sonra rengini kaybeden bir çiçek. Yani, eğer bu çiçeğe siz maviyi katmazsanız, mavi boyasını vermezseniz. Yani, kısaca bu çiçeğe emek, emek vermezseniz bu çiçek hiçbir şekilde mavi olarak açmaz. Buradaki, buradaki ana tema buydu aslında. Yani, sen bir ilişkide, bir hayat içerisinde, hayatın herhangi bir şeyi için emek vermezsen, o hiçbir şekilde sürekli olmaz. Çünkü, hele hele aşk denen konu hiç olmaz. Çünkü hayat da böyle. Tıpkı bisiklete binmek gibi… sürdürmek için, dengeli adım için, güzel olanı en az ömrünüzce sonsuz kılmak için pedal çevirmek, güç ve çaba sarf etmek lazım. Bunu böyle yapmak lazım. Bunun için de ‘Mavi Orkide’ ismini ben koydum. Bu ‘Mavi Orkide’ benim hayatımın romanı aslında. Kendi hayatımdan ciddi kesitler var. Yani ana karakteri, senin de bahsettiğin gibi Adil, Alper. Çünkü onun da bir hikayesi var. Aslında, normalde benim kimliğimde ve normal hayatımda benim adım Alper Şirvan. Ama rahmetli babaannem ki ben onun yanında büyüdüm. Çocukluğum babaannemin yanında geçti. Rahmetli babaannemin babasının ismini Adil’miş. O, o, kendisi hep derdi, ‘Ah keşke senin adın Adil olsaydı’ diye söylerdi. Ben de ona bir atıfta bulunarak, ona bir güzellik yapmak, onun adını bir şekilde bu vesileyle yad etmek için ben de, hem de hem de karakterin de esas anlattığım konunun, yani bu dünyadaki adalet duygusunun, adalet meselesi etmenin önemine de bir bakıma vurgu yapmak için karakterimin adını, yani kendi adımın önüne bir de Adil ismini ilave ettim. Şimdi bu aslında otobiyografik bir roman olmasının yanı sıra hemen hemen her sahnesinde giydirilmiş sözlü, sözsüz müzik eserleri ve şarkılardan oluşan listesiyle aynı zamanda müzikal bir roman. Çünkü ben bunu ilk defa yaptım, kimse yapmamıştı. Çok enteresan bir şey oldu bir yıl sonra bu kitaptan. Bir yıl sonra bir başka yazar, şimdi ismini vermeyeyim, bir başka yazar benim yaptığıma benzer bir şey yapmış. Yani, diyor ki mesela, kitabın bu bölümünü diyor, işte şu şu şarkıyı dinleyerek de okuyun. Ki onun ki onun yaptığı çok iptidai, benimki öyle değil. Ben çok böyle, hani şarkıları, eserleri o sahnenin ruhuna, sahnenin genel formuna ekleyerek yaptım. Bu ilk defa yapılan bir şey aslında. Kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptığımı ben düşünüyorum. Bir de ‘Mavi Orkide’ romanının kapağında bir de kendi mottosu var. Bu da, ‘Gerçeği anlatmanın en acil yolu, efsunlu bir hayali sarmalamaktır bazen’ diye. Çünkü ben de işte, kendi gerçekliğimi efsunlu bir hayale, hatta, hayali… hayali aşka sarmalayarak anlatmaya gayret ettim. Söylüyor. Türlü ajitasyonlarla yaraları kangrene dönüştürmenin, olayları sadece acı tarafıyla yansıtmanın, umutsuzluğa sevk edip çaresizlik… yer yer işte edebi ve sinemasal, çokça da siyasal bir karşılığı olsa da insanlara bir şeyleri fark ettirmenin, dikkat çekmenin ve çözüm aramayın daha pozitif, daha akılcı ve incelikli yöntemleri olabileceği kanaatindeyim. Ben bu, bu duygularla yazdım bu romanı ve bu romanın bütün… bütün gelirini Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı Serebral Palsi Türkiye'ye bağışladım. Ve bu kitap benim  hayatıma  çok şey kattı.  İnşallah  ikinci  kitapla  beraber,  bu  ikinci  kitabın  ben birincisinin kardeşi olduğunu ben düşünüyorum. Çünkü, yani herhangi bir şekilde hani ikinciyi okuyan kişinin de… kişinin illaki birinci… birinciyi okumak isteyeceğini… isteyeceğini düşünüyorum.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Şimdi o motto üzerinden sorayım bir sorumu. ‘Gerçeği anlatmanın en adil yolu, efsunlu bir hayale sarmalanmaktır, sarmalamaktır bazen’ dedin. Şimdi, Adil, dedin ki benim bir adımda Adil, dedemden geliyor, anlatıtn hikayesini. Peki Efsun var mıydı? Ben, tabii biraz haince bir soru. Ben biraz … bildiğim için bu cevabı. Efsun’un hayatında bir yeri var mı abi? Çünkü böyle, podcast abi bu, biz bizeyiz, kahve muhabbeti gibi oluyor ….

ALPER ŞİRVAN: Valla hocam şimdi bir bakıma, bir bakıma şey yapıyorsun, edebi spoiler veriyorsun. Bence Efsun'un kim olduğunu ya da Efsun’un var olup olmadığını inşallah, ‘Aynadaki Öteki’ okuyanlara bırakalım diye düşünüyorum.

ALPER TOLGA AKKUŞ: İkimiz de abi işte 73’lüyüz. İşte benim de karşı cinse ilgi duymam Lise 1'de başladı diye hatırlıyorum. 73, işte 7 yaşında başlasak okula, 80. İşte beş sene okul 85, üç sene ortaokul 88 – 89, işte 16,17 yaşında, işte 90'larda falan başladı diye düşünüyorum. Ve ben, işte İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Şimdi Mersin'de yaşıyorum ama. İşte o dönem oturduğumuz yer Bahçelievler, Bakırköy Bahçelievler’di ve Bahçelievler Lisesi'nde okuyordum ben. Ve derste, Beden dersinde daimi nöbetçiydim. Bilmiyorum sende nasıldı ama engelliyim, raporum var diye her hafta bir çocuk nöbetçi olacakken, zaten o sınıfta bu çocuk diye, ben bütün sene o derste derste kalırdım. Ve bizim de okulda, değişik bir yapısı vardı bizim okulun. Bodrum'da bir sınıf vardı. İşte birkaç ayda bir, bir sınıf orada öğretim görürdü. Yani kimseye haksızlık olmasın diye öyle bi şey yapmıştı yönetim. Ve ben de işte, beden dersinde o sınıfta nöbetçiyim. İşte, bahçede erkekler top oynuyor,  işte  bağrışıyor  çağrışıyor  .  Kızlar  da  okulun  içindeki  salonda çalışıyorlar. O salonda bizim o sınıfın hemen yan tarafında. İşte, bende lise 1’deyim. İşte kızların benim yürüyüşümü görmesi beni rahatsız ediyordu. İşte beni o halde görmesinler. Artık nasıl bir algım varsa o zamanlarda, o dönem mesela ben, çıkacaksam bahçeye hemen sınıfın kapısından çıkınca, kızların çalıştığı salondan geçip, işte yirmi adım atarak bahçeye çıkacakken, kızlar beni görür, işte içlerinden kötü düşünür diye herhalde. Şu anda yani, o duygumu hatırlıyorum ama niye böyle düşündüğümü hatırlamıyorum. Ben, kaç kat çıkıp bütün okul dolaşıp öyle bahçeye çıkardım, onu hatırlıyorum. Ve işte sonra işte hoşlanmalar başladığı zaman, işte bir kıza karşı kendi kendimi zapt etmem vardı bende. İşte, ‘Oğlum ne yapıyorsun sen.’ İşte, ‘Sen kendini görmüyor musun,’ İşte arkadaşın o. Yani şey yapma, o öyle düşünmüyordur. Kendi kendimize aslında, kendi kendime daha doğrusu, başkasını bilmiyorum ama. Yani böyle otobirdur yani oto, kendi kendine bir dur uygulamaları gibi söyleyebilirim. Ben böyle yaşadım yani yaşımız da aynı, yani ilgi alanlarımız da aynı. Çok benzer insanlarız gibi düşünüyorum seni tanıdığım için. Sende nasıl başladı? Sen ilk ne zaman karşı cinse karşı ilgi duymaya başladın ve ilk senin kendi içinde yaşadıkların nelerdi onu sorayım sana.

ALPER ŞİRVAN: Valla. Aslında şöyle. Ben, hani çocukluğumdan itibaren başladı aslında benim, daha önce. Hani belki erken şey yaptım, erken belki olgunlaştım. Ya da içimdeki birtakım sevgi eksikliğini başkasında mı aradım bilmiyorum. Benim hep çocukluk aşklarım vardı daha böyle. Daha küçükken, birtakım kızlara ilgi duyma vesaire tabii. O zaman da, o zaman da çocuğuz yani. Daha böyle çocuksu duygular ne de olsa daha, işte hatta hatta ergenliğe bile girmeden böyle ilgilerim başlamıştı. Ama sonra sonra kendini fark ettikten sonra, kendimi biraz daha fark ettikten, biraz daha hayat neye sahip olup neye sahip olamayacağımı ya da işte nelere sahip olmak için ne yapmam gerektiği konusunda bir takım bilinçlere ermeye başladıktan sonra mantık adamı oldum hep. Yani hep öyleydim aslında. Yani şiir yazıyorum ama. Evet, orada bir kıza ilgi duyduğum zaman en fazla şiir yazıyordum. Ne oluyor bunun dışında? Gideyim konuşayım vesaire gibi bir şey olmuyordu. Senin daha önce de bahsettiğin gibi detaylarını inşallah ikinci romanında herkes, herkes okuyacak. Aslında işin, işin gerçeği çok fazla, o yıllarda yani lise yıllarında diye bahsedersek, o yıllarda çok fazla idealisttim. Ben çünkü hep söylerdim, hani hele bir baltaya sap olalım. Hani işimi bulayım. Haaa, sonrasında bakarız. O sırada dördüncü katta ikamet ediyorduk. Her gün babam beni sırtında indiriyordu, bindiriyordu okula giderken, bir yere giderken vesaire. Üniversite son sınıfın son dönemine kadar, yani 8 yıl boyunca babam beni dördüncü kata sırtında indirip bindirdi. O yüzden ben hep uzak durdum o tür şeylerden. Ben yani şey diyordum. Hele bir, hele bir şu dördüncü kattan kurtulalım, bir geçerli bir meslek sahibi olayım, işimi bulayım, sonra o insanı buluruz diye düşünüyordum. Ve o yüzden, o dönemde tabii ki fiziki şartların da getirisiyle babama fazlaca bağımlı, dediğin toplara girmeyen, çoğunlukla platonik ve romantik bir çocuktum.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Yani aslında benzer. Ben de öyleydim galiba. İşte platonikde kalıp belli, işte kendini kaptırmama, kaptırmamaya çalışan. Yani buna böyle kaptırırsam daha çok üzüleceğim. Hem onu dengelemek... şey yani aslında. Yani belki de gitsek söylesek. Yani o hayal kırıklığı bile güçlendiren bir şey aslında ama tabi bilmiyorsun.

ALPER ŞİRVAN: Ama tabi o zaman, o zaman, işte o, o yıllarda bunu fark edecek düzeyde değiliz yani hiçbirimiz. O yüzden öyle.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Bazen de işte mesela karşı taraftan, kızdan ilgiyi görüyorsun, ilgileniyor. Yani diyorsun ki acaba o da benden hoşlanıyor mu, Belki de hoşlanıyor da gerçekten ama sen imkanı yok, yoktur diye diye belki de o kişiyi kendinden soğutuyorsun. Öyle şeylerimiz de vardı. Sen de bunu yaşamışsındır zamanında.

ALPER ŞİRVAN: Doğru, doğru, doğru. Öyle vardır, olmuştur. Çünkü. Yani geçince, yıllar geçince artık, ‘Yaaa! diyorsun, unutuyorsun daha doğrusu

ALPER TOLGA AKKUŞ: Şimdi, ‘Mavi Orkide’ye gene geleceğim. Tabii okumayanlar için bayağı bir ağır spoiler vereceğim. Ama siz gene de okuyun. Bu şimdi konuşacağım konular değil, ‘Mavi Orkide’ bayağı güzel bir kitap, detaylı bir kitap. Yani bizim hayatımızı, Alper'in hayatı özelinde engellilerin hayatını anlayacağınız bir kitap aslında. Şimdi kitapta abi işte ben biraz özet geçeyim, işte bir genç var, CP’li bir genç. Adı Adil, KETEM’de çalışıyor ve KETEM’de çalışırken oraya bir genç kız, adı Efsun. İşte muayeneye geliyor ve onun kanser olduğu ortaya çıkıyor. Öyle tanışıyor aslında Adil’le Efsun. Sonra onların sanat müziği beğenisi aynı oluyor. Sonra işte bu kızın tabii göğüs kanseri olduğu ortaya çıktığı için erkek arkadaşı tarafından terk ediliyor. O da başka bir boyutu kitabın ve böyle başlayan bir arkadaşlık var. Ve işte o sanat müziği üzerinden, resim üzerinden, sergi üzerinden bir arkadaşlıkları gidiyor. Ben de okurken içimden şey geçmişti. Ya işte…. Ben tabii Efsun'un hikayesini bilmiyordum o zaman. Diyordum, ‘Herhalde, Alper, anca bunlar bunlar olursa hayatımda biri olur mu?’ diye düşünüyor. Matematiği öyle mi kuruyor diye düşünmüştüm. Çünkü bende de var o. Yani şöyle, şöyle şöyle olursa. Ama ben de demin dedim ya, hissettiğim zaman da acaba yanlış bir şey hissediyorum mu diye düşünüyorum. Öyle olsa dahi çekincem oluyor. Sende de böyle mi? Bir engellinin, bir sakat'ın sakat olmayan birisiyle aşk yaşaması için birçok birçok nedenin bir araya gelmesi mi gerekiyor? Aslında normalde sakat olmayanların aşkında da gerekiyordur bu ama sakatlığı konuştuğumuz için bu detaya giriyorum. Mesela bu jingle da, sen de dinledin jingle’ı zaten. İşte ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ filminden bir sahne dinletmiştim. Orada Kadir İnanır, Türkan Şoray'a işte, ‘Seni istemeye gelecek olan kişi ya topal ya körse diyordu.’ Biz işte  topal  tarafıyız.  Kör  tarafı da  var.  Yani  biz nasıl  yapacağız  yani.  İnsanlara yaklaşırken bu bizim için bir engel mi olacak? Tabii biraz soruyu da dağıttım gibi. Şu anda sorarken onu fark ettim ama ben tabii. Sen anlamışsındır diye umuyorum. Yani bu kitap üzerinden bir sakat kişinin aşk yaşaması için çok çok çok denklemin bir araya gelmesi mi gerekiyor? Kitapta böyle ama sen başka mı düşünüyorsun? Öyle sormuş olayım sana bu konuyu?

ALPER ŞİRVAN: Aslında bu konuya girmeden önce senin bu güzel girizgahın bana bir şeyi hatırlattı. Hani, Nasreddin Hoca damdan düşmüş, herkes bir şey söylüyormuş: niye böyle yaptın, niye şöyle yaptın, niye öyle yaptın. ‘Bana getirin’ demiş, ‘bir damdan düşen. Çünkü beni ancak öyle biri anlar’.  Çünkü hayat da böyledir aslında. Yani orada net bir formül yok. Herkesin, her bir bieyin, her bir insanın kendi gerçekliği var. Ve bence gerçeklikleri kesişen insanlar ancak beraber mutlu olabilirler diye ben düşünüyorum. Yani, şöyle bir örnek verebilirsem, senin talip olduğun kişide elma var, sende bıçak var. Bir araya gelip, o elmayı bölüp yiyebilirsiniz. Burada birbirinizin tamamlayıcısı olmak, birbirinizi tamamlayıcı unsurlarla yaklaşmak önemli. Ama bunun dışında, zengin kız, fakir oğlan klişesi vardır malum. Şimdi zengin kız, fakir oğlan sadece filmlerde olur. Çünkü zengin kız gezer, tozar, iyi okur, iyi okullarda okur, Türkiye’yi gezer, Dünya’yı gezer her yeri bilir tanır. Fakir oğlan, ne yapsın, işte çalışmaktan dolayı ne okuyabilmiştir, ne kendini geliştirebilmiştir. Şimdi, onları bir araya getirmek insana sadece, sadece hayvani, hayvani içgüdülerle sınırlamak olur diye ben, ben düşünüyorum. Çünkü, oysa hayatı paylaşmak bir bütündür. Oğlan birden bire zengin olsa o mesela artık zenginlik de olmaz. Çünkü oğlan birden bire zengin de olsa kızın hayat tecrübesine sahip olamaz hemen. Oysa engelli, engelsiz olayında böyle bir şey yok. Çok birikimli engelliler de var. Geziyorlar, tozuyorlar, kendilerini geliştirmişler, okul okumuşlar, bir sürü fakülte bitirmişler, dünyayı gezmişler. Bunun yanı sıra ev ile iş arasında ömür tüketmiş, en büyük aktivitesi işte geceleri üç saatlik yerli dizi seyretmek olan  engelsizler de  var. Şimdi buradaki mesele engelli, engelsiz olmak da değil. İnsanların birbirini tanıması, birbiri ile bir hayatı paylaşması, birbirleri ile ortak, ortak zevklere, ortak beğenilere, ortak birtakım amaçlara sahip olması önemli, Oradaki fark çoğu zaman bizi taşımaktan aciz olsa da bizim kendisini sırtladığımız bedenlerimiz ve muhatapların algısı aslında. Çünkü ben yürüsem de yürümesem de, elimi kullansam da kullanmasam da sahip olduğum özellikler bellidir, kişisel özelliklerim bellidir. Ama biz belirli özelliklere öyle bir takılıyoruz ki kişinin, o engellinin sahip olduğu bir takım artı ya da eksi özelliklere de gelemiyoruz aslında. Yani bu da işi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Efsun ile Adil Alper’i bir araya getiren unsurların başında beğeni ortaklığı geliyor elbette ki. Bu doğal, çünkü ortak değerleri olan insanlar bir araya gelir. İşte, ama iş hayat birleştirmeye gelince işte orada daha farklı, daha farklı gerçekler söz konusu oluyor. Yani, buradaki ortak nokta aslında iki insanın da, iki insanın da acı çekmiş olmaları. Öyle ya da böyle. Birisi sonradan kanser olarak bir takım hayatın zor yanlarını görüyor. Diğeri hayatı boyunca, doğduğundan itibaren hayatın zorlukları içerisinde bir şeyler yapmaya, ee yapmaya çalışarak büyümüş. Yani burada, burada acı çeken Efsun ve gene onun gibi acı çeken Adil Alper’in aslında ruhlarını, ruhlarını seviştiren şey o yaşayageldikleri bütün süreçler. Zaten en başta önemli ruhların sevişmesidir yani. Sonrası zaten kendiliğinden gelir diye düşünüyorum.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Şimdi sen dedin ya, ‘Zengin Kız, Fakir Oğlan’. Ben bunu bizim duruma uyarladım. Sağlam Kız, Sakat Oğlan diye bir şey kurabiliriz. Ben ama bu Sağlam Kız, Sakat Oğlan’ı ters çevireceğim şimdi yeni sorumda sana. Bu kadar süredir iki orta yaşlı, 73’lü erkek olarak konuşuyoruz.  Ama sakat kadınlar da var. Tabi onların  ne yaşadığını bilmiyoruz. Tabi, zaman içerisinde oradan da konuk alarak onlarla da konuşmak istiyorum ben. Her türlü konuyu, paylaştıkları sürece benimle. Şimdi sakat kadınlar için durum nasıldır? Bence, benim düşüncem abi o, bilmiyorum paylaşır mısın. Erkek olarak bir (varsayılmış) üstünlüğümüz var. Dünyada da var, Türkiye’de daha çok var. Ve sakat kadınlar bizden daha dezavantajlı gibi geliyor bana. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?

ALPER ŞİRVAN: Seninle bu konuda aynı fikirdeyim. Çünkü erkek egemen bir dünyada hatta toplumda yaşıyoruz. Elbette ki bunun bize kattığı bir takım avantajları var ama bunu tam olarak kullanabildiğimizi ben, ben düşünmüyorum. Çünkü işin içine, işin içine engellilik girdiği zaman erkek olmanın da bir avantajı kalmıyor diye düşünüyorum. Çünkü bizi zaten, ister kadın olalım ister erkek olalım hiç farketmez, hangi cinsiyette olursak olalım bizi toplum bizi cinsiyetsiz olarak kabul ediyor ve görüyor. Hatta hatta çoğu zaman melek diyorlar ki, ben melekliği reddediyorum, çünkü ben insanım, sen neysen ben de oyum diyorum. Benim hayata bakışım bu, melek değilim. Benim de, senin olduğu gibi, bir cinsiyetim var, onun olumlu ya da olumsuz, olumsuz getirilerine sahibim. İşte, mesela tekerlekli sandalye kullanan bir erkek olarak işemek için ucu kesik bir pet şişe kafi geliyor. Bu bir avantaj bence. Ama mesela kadınların özel, özel günleri var. İşte, düşünsene zahmeti. Tekerlekli sandalyede ne kadar zahmetli bir şeydir o. Ama, ama algı açısından çokta farklı değiliz çoğu zaman. Engelsizlere tanınan toplumsal ayrıcalıklar bize çoğunlukla tanınmıyor diye ben düşünüyorum. Toplumun nimetleri çoğu zaman bizlere kapalı. Kadınlar konusunda, kötü ama, bir bakıma engelli engelsiz kadınlar arasında bir eşitlik var. Niye, kadının, kadına bir değer verilmiyor, bu ortada. Bu ortadayken engelsiz kadınların, en azından çoğunun durumunu tahmin etmek o kadar da zor değil. Onların durumu bizden zor ama en azından engelsiz kadınlarla aralarında, ne yazık ki, bunu tabi üzülerek söylüyorum. Ne yazık ki çokta büyük bir fark yok. Çünkü, tam, maalesef ki maalesef kadınlara hak tanımayan bir dünyada ve toplumda yaşıyoruz.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Abi doğru. Kadınların zaten ötekileştirildiği bir toplumda yaşıyoruz. Engelli ya da sakat kadın için bu daha da katmerli katmerli gidiyor. Ama toplum değiştiği zaman bu da değişecek gibi düşünüyorum ben. Sakat Muhabbet de aslında bunun bir çabası, bir ürünü. Alperciim. Adaş diyeyim artık. Çok, ççok sağo. Başından beri de bu işin içindesin. Gerek o deneme kaydıyla, gerek destek,  eleştirileri ve önerilerinle. Çok çok teşekkür ediyorum sana. Bu, tabi başlangıç. Seni gene konuk alırız Sakat Muhabbet’de. Umarım ilerler program, bir yerlere gelir ve seni tekrar konuk alırız. Şimdi en sona gelmişken, tabi daha çok konu var konuşacağımız. Sen çişten bahsettin. Tuvalet konusu var. Daha bir sürü konu var. İşte adetden bahsettin, kadınların adet görmesini. Sakat bir kadın nasıl görüyor. O konular var. Hepsine yavaş yavaş gireceğiz. Sırası gelecek. Şimdi programın başlığını sana tekrar, burada tekrar edeceğim. En başında başka bir şey düşünüyordun ama burada o kadar konuştuk. Yaklaşık bir saat oldu konuşmamızın başından beri. Mavi Orkide, Sakat Aşk, Heyecanlar, Hezeyanlar başlığını sana bir daha seslendireyim.Şimdi içinden neler geçiyor bunlar hakkında diyerek son sorumu sana sormuş olayım. Alper, çok sağol tekrar geldiğin için.

ALPER ŞİRVAN: Ben sana teşekkür ediyorum beni bu ilk programa davet ettiğin için. İstediğin kadar birlikte iş yapabiliriz, istediğin kadar beni programına davet edebilirsin. Hatta hatta, diğer projelerinde de daima, benim elimden ne geliyorsa elimden geleni yapmaya gayret ederim. Bugün güzel bir program olduğunu düşünüyorum. Programının inşallah önünün açık olmasını, sana güzel kapılar açmasını diliyorum. Biz muhabbetimizi, muhabbetimizi yaptık. Sakatlıklar tekamül etmesi gereken toplumun ve dünyanın olsun. Çünkü biz, zaten buradayız. Bizim ne olduğumuz, ne olmadığımız zaten ortada. Biz, bir şekilde engelli dünyasında, engelliler kendilerini bir şekilde geliştiriyorlar ama toplum ne yazık ki aynı şekilde, aynı şekilde, aynı paralelde harekete geçmediği için aslında problem oluyor. Biz de bu programları, bu kitapları, bu bir takım, bir takım faaliyetleri hepsini aslında bunun için yapıyoruz. Aslında  bizim, bütün hikayesi işin  bu. Ama muhatap olduğumuz insanlar, toplum, yerine göre devlet bizim o talebimize cevap verecek durumda olmadı. Onları bu duruma getirmek aslında bizim amacımız. Bütün yazılan, çizilen, söylenen bütün sözlerin amacı budur. Çünkü aslında şu an, şu anki durumda sakatlığın çoğunun toplumda ve dünyada, muhabbetin de bizde olduğunu ben düşünüyorum. Burada müthiş bir, müthiş bir dengesizlik var. Bu dengeyi kurarsak. Yani birey haline gelirsek, bireyi ön plana çıkartırsak her konuyu, her konuyu bireye indirgeyerek çözmeye çalışırsak insanların ihtiyaçlarını birey birey çözmeye çalışırsak ve bunu topluma yaygınlaştırırsak her şeyin daha iyi olacağını düşünüyorum. Çünkü amaç da insanın mutluluğudur. Her şey, her şey aslında insan mutluluğu içindir bir vasıtadır aslında. Ama biz ne yazık ki vasıtaları bir amaç haline getiriyoruz. Bunu böyle okumak lazım ve ama ben gereksiz engelsiz dünyada gerek engelliler dünyasında hayatın bu derece talep edilmesinden dolayı bu talebin önünde hiçbir gücün duramayacağını düşünüyorum. Yeter ki biz ısrarla ve ısrarla istemeye istemeye istemeye devam edelim. Daha doğrusu hayatın peşinden, peşinden koşmaya devam edelim. Her halükarda biz belli bir, belli bir aşamaya getirdik sen ve ben olarak. Belli bir yere kadar getirdik. Elbette, elbette elde ettiğimiz şeyler var, elde edemediğimiz şeyler var. Ama ben bundan sonrası için ilerleyen yıllarda bunun çok daha iyi olacağını, kazanımların bugünden daha fazla olacağını ben düşünüyorum. Öyle düşünmek istiyorum, çünkü bu sadece belli bir kesimin, belli bir siyasi grubun, belli bir fikri grubun işi değil. Bu yıllara dayanan büyük bir mücadele. Herkesin de iyi kötü bu mücadeleye katkısı oldu ki bu noktaya gelindi. Bu engelli camiası içindeki herkesin şu anda en ufak bir, en ufak bir kazanımı dahi olsa onun sebebi engelli camiasının, engellilerin ısrarla ve ısrarla mücadele etmesinin kanatlandırdığını düşünüyorum. Ve ben şununla bitirmek istiyorum. Ağlamayan çocuğa meme vermezler. Bu kadar.

ALPER TOLGA AKKUŞ: Yani; durumumuzu, isyanımızı isteğimizi… sen dedin ya, ‘Bir daha, bir daha, bir daha söyleyeceğiz”. Çözüm bu, Çok sağol. İlk programın hatası sevabı olmaz diye bir laf da var. Ben de öyle söyleyeyim. Kusurumuz varsa affetsin dinleyenler. Alper, çok sağol kardeşim.

ALPER ŞİRVAN: Rica ederim, rica ederim

ALPER TOLGA AKKUŞ: Yine görüşeceğiz. Sakat Muhabbet’in yeni programlarında görüşmek üzere diyeyim. Tüm dinleyenlere de, çok sağ olun dinlediğiniz için. Bu kadar süre bize… Bana diyeyim. Alper’e tabi, tahmin edersiniz, Alper bambaşka biri de. Bana tahammül ettiğiniz için diyeyim. Sağ olun. Desteğiniz ile, eleştiriniz ile, katkınız ile ilerleyecek Sakat Muhabbet’in macerası. Çok teşekkürler. Görüşmek üzere diyeyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder