Huzurevinde Çalışırken - 1999 |
Sekiz
yıl boyunca (1998-2006 arası) belediye huzurevinde bilgisayar
programcısı olarak çalıştım. Uzunca bir süre, huzurevi kurumunun can
damarı olan “sosyal serviste”, sosyal hizmet uzmanları ile aynı odayı paylaştım.
Bu
süreçte Türkiye’de daha önce yapılmamış, huzurevi sakinlerine ait
önemli bilgileri tutan, istendiğinde her türlü istatistik bilgiyi birkaç
tuşa basarak veren “Huzurevi Sosyal Servis Programımı” sosyal
servisin ihtiyaçlarına göre geliştirmemin yanı sıra birçok yaşlımızın
huzurevine kabul sürecine de tanıklık etme fırsatım oldu. Ha, benim gibi
o sıralarda hayata daha sıkı tutunmak adına çabalayan biri için
huzurevi gibi bir yerde çalışmak, zar zor bulduğum bir iş, bir
mecburiyet olsa da, sekiz yıl gibi bir süre bunu sürdürebildiğim için
bazen kendime hayret ediyorum.
İşe
ilk girdiğimde toplumun kuruma ait çeşitli ön yargılarının dışında
bilgiye sahip değildim. Ama zamanla gerçeği yaşayarak öğrendim.
Neyi mi öğrendim?
Huzurevine öyle her isteyenin yerleşemeyeceğini; kişinin en az 55 yaşında ve yeme, içme, banyo, tuvalet gibi “öz bakım faaliyetleri”
dediğimiz ihtiyaçlarını kendisi sağlıyor ve akıl sağlığının yerinde
olması gerektiğini; bu özellikleri taşımadığı takdirde maddi durumu ne
olursa olsun yönetmelik gereği kuruma kabul edilemeyeceğini öğrendim.
Şu anki haliyle huzurev(ler)i kurumsal mantık olarak –evliyse-
çocuklarını büyütmüş, yetiştirmiş, eşi vefat etmiş ya da eşinden
ayrılmış; ya da hiç evlenmemiş rafine sosyal gruplara hitap etmektedir.
Yani, hem ev düzeninin getirdiği bir takım külfetlerden (yemek yapma,
bulaşık-çamaşır yıkama, temizlik vb) kurtulmak isteyen, hem de ömrünün
son demlerini yalnızlık çekmek yerine yaşıtları ile geçirmeyi tercih
eden yaşlılar için düşünülmüş kurumlardır. Özetle, elden ayaktan
düşmeden huzurevine yerleşirseniz, orada bakılırsınız; ama düştükten
sonra kuruma girişiniz mümkün değildir…
Oysa haftada en az bir iki tane şu şekilde müracaat olur:
Kişi,
çoğu zaman erkek, eşine, çocuklarına kızmıştır. Üzerinde ne kadar tapu
ya da banka hesabı varsa cebinden çıkarıp koyar masanın üstüne ve
yüzlerce defa duyduğumuz o klasik tiradı atar:
“-Alın bütün malımı, mülkümü, paramı… Ben burada kalayım… O nankörlere bir kuruş kalmasın!”
Hem hukuki, hem insanî gerçeklerden dolayı böyle bir şey yapılamaz ama bunların ardı arkası da kesilmez.
Hadi
bunlar fazlasıyla keyfî ve fazlasıyla saçma isteklerdir de bunların
yanı sıra huzurevinde kalacak kişinin sağlık durumunun, maddi durumundan
çok daha önemli olduğu gerçeği de vardır.
Bu bağlamda aklıma geldikçe içimi acıtan bir hatıra:
Bir çift… 65-70 yaşlarında… İkisi de memur emeklisi… İstedikleri gayet açık ve makul bir şey: “Bizim
bir oğlumuz var… Kırk yaşlarında şimdi… Askerî pilottu; kaza geçirdi.
Omurilik felçlisi, tekerlekli sandalyede… Biz oğlumuzla beraber
huzurevine yerleşmek istiyoruz. Bizim gücümüz yettikçe kuruma bir yükü
olmaz, biz ilgileniriz. Yeter ki o bizden sonra burada kalabilsin.”
Yönetmelik
gereği sosyal hizmet uzmanı arkadaşımız bu yaralı anne babayı geri
çevirse de bu olay, uzun metrajlı ve acı dolu bir hatıra olarak hafızama
nakşetti. Belki de ilk defa o gün çalıştığım kurum, varlığı ve “kel başa şimşir tarak” yönetmeliği ile fazlasıyla anlamsız geldi.
Ben sosyal hizmet uzmanı değilim; sekiz yıllık iş tecrübeme-gözlemlerime dayanarak ve “gelişmiş” denilen ülkelerdeki uygulamaları az çok takip eden bir “sade vatandaş” olarak hizmet amaçlı bu tür kurumlar arasında huzurevinin en son halka olabileceği kanaatindeyim.
Bu tür kurumların, “Avrupa’da, şurada burada, böyle kurumlar varmış, aynısından biz de açalım, elimizdekileri onlara dönüştürelim” mantığı ile değil de yaşadığımız toplumun, insanımızın ihtiyaçlarına göre hayata geçirilmesinden yanayım.
Kaldı
ki, o çok öykünülen ve kopya çekilen Avrupa’da bile artık kurumlar,
bizdeki gibi tek bir şemsiye kurum yerine özel amaçlara yönelik, her
ihtiyaç grubu için (Alzheimer hastaları, bedensel engelliler vb.) farklı
düzenlemelerle karşımıza çıkmaktadır. Internet ortamında “nursing home for …” şeklinde arama yaptığınızda sayısız örneklerini görebilirsiniz.
Özetle:
Evinde yemek pişireceği ocağı bulunmayan bir insanın, “şömine”
yaptırmasının fazla bir anlamı yoktur. Elbette istenirse, ihtiyaç varsa
şömine de olmalıdır ancak öncelikli olarak o ocak yanmalı, o yemek
pişmelidir.
18.12.2012
Kaplıkaya
Güzel tespitler Alperim
YanıtlaSilTeşekkürler Mesut hocam...
Sil