18 Aralık 2012 Salı

Huzurevinde Sekiz Yıl -1-

Huzurevinde Çalışırken - 1999
Sekiz yıl boyunca (1998-2006 arası) belediye huzurevinde bilgisayar programcısı olarak çalıştım. Uzunca bir süre, huzurevi kurumunun can damarı olan “sosyal serviste”, sosyal hizmet uzmanları ile aynı odayı paylaştım.
Bu süreçte Türkiye’de daha önce yapılmamış, huzurevi sakinlerine ait önemli bilgileri tutan, istendiğinde her türlü istatistik bilgiyi birkaç tuşa basarak veren “Huzurevi Sosyal Servis Programımı” sosyal servisin ihtiyaçlarına göre geliştirmemin yanı sıra birçok yaşlımızın huzurevine kabul sürecine de tanıklık etme fırsatım oldu. Ha, benim gibi o sıralarda hayata daha sıkı tutunmak adına çabalayan biri için huzurevi gibi bir yerde çalışmak, zar zor bulduğum bir iş, bir mecburiyet olsa da, sekiz yıl gibi bir süre bunu sürdürebildiğim için bazen kendime hayret ediyorum.
İşe ilk girdiğimde toplumun kuruma ait çeşitli ön yargılarının dışında bilgiye sahip değildim. Ama zamanla gerçeği yaşayarak öğrendim.
Neyi mi öğrendim?
Huzurevine öyle her isteyenin yerleşemeyeceğini; kişinin en az 55 yaşında ve yeme, içme, banyo, tuvalet gibi “öz bakım faaliyetleri” dediğimiz ihtiyaçlarını kendisi sağlıyor ve akıl sağlığının yerinde olması gerektiğini; bu özellikleri taşımadığı takdirde maddi durumu ne olursa olsun yönetmelik gereği kuruma kabul edilemeyeceğini öğrendim.
Şu anki haliyle huzurev(ler)i kurumsal mantık olarak –evliyse- çocuklarını büyütmüş, yetiştirmiş, eşi vefat etmiş ya da eşinden ayrılmış; ya da hiç evlenmemiş rafine sosyal gruplara hitap etmektedir. Yani, hem ev düzeninin getirdiği bir takım külfetlerden (yemek yapma, bulaşık-çamaşır yıkama, temizlik vb) kurtulmak isteyen, hem de ömrünün son demlerini yalnızlık çekmek yerine yaşıtları ile geçirmeyi tercih eden yaşlılar için düşünülmüş kurumlardır. Özetle, elden ayaktan düşmeden huzurevine yerleşirseniz, orada bakılırsınız; ama düştükten sonra kuruma girişiniz mümkün değildir…
Oysa haftada en az bir iki tane şu şekilde müracaat olur:
Kişi, çoğu zaman erkek, eşine, çocuklarına kızmıştır. Üzerinde ne kadar tapu ya da banka hesabı varsa cebinden çıkarıp koyar masanın üstüne ve yüzlerce defa duyduğumuz o klasik tiradı atar:
“-Alın bütün malımı, mülkümü, paramı… Ben burada kalayım… O nankörlere bir kuruş kalmasın!”
Hem hukuki, hem insanî gerçeklerden dolayı böyle bir şey yapılamaz ama bunların ardı arkası da kesilmez.
Hadi bunlar fazlasıyla keyfî ve fazlasıyla saçma isteklerdir de bunların yanı sıra huzurevinde kalacak kişinin sağlık durumunun, maddi durumundan çok daha önemli olduğu gerçeği de vardır.
Bu bağlamda aklıma geldikçe içimi acıtan bir hatıra:
Bir çift… 65-70 yaşlarında… İkisi de memur emeklisi… İstedikleri gayet açık ve makul bir şey: “Bizim bir oğlumuz var… Kırk yaşlarında şimdi… Askerî pilottu; kaza geçirdi. Omurilik felçlisi, tekerlekli sandalyede… Biz oğlumuzla beraber huzurevine yerleşmek istiyoruz. Bizim gücümüz yettikçe kuruma bir yükü olmaz, biz ilgileniriz. Yeter ki o bizden sonra burada kalabilsin.”
Yönetmelik gereği sosyal hizmet uzmanı arkadaşımız bu yaralı anne babayı geri çevirse de bu olay, uzun metrajlı ve acı dolu bir hatıra olarak hafızama nakşetti. Belki de ilk defa o gün çalıştığım kurum, varlığı ve “kel başa şimşir tarak” yönetmeliği ile fazlasıyla anlamsız geldi.
Ben sosyal hizmet uzmanı değilim; sekiz yıllık iş tecrübeme-gözlemlerime dayanarak ve “gelişmiş” denilen ülkelerdeki uygulamaları az çok takip eden bir “sade vatandaş” olarak hizmet amaçlı bu tür kurumlar arasında huzurevinin en son halka olabileceği kanaatindeyim.
Bu tür kurumların, “Avrupa’da, şurada burada, böyle kurumlar varmış, aynısından biz de açalım, elimizdekileri onlara dönüştürelim” mantığı ile değil de yaşadığımız toplumun, insanımızın ihtiyaçlarına göre hayata geçirilmesinden yanayım.
Kaldı ki, o çok öykünülen ve kopya çekilen Avrupa’da bile artık kurumlar, bizdeki gibi tek bir şemsiye kurum yerine özel amaçlara yönelik, her ihtiyaç grubu için (Alzheimer hastaları, bedensel engelliler vb.) farklı düzenlemelerle karşımıza çıkmaktadır. Internet ortamında “nursing home for …” şeklinde arama yaptığınızda sayısız örneklerini görebilirsiniz.
Özetle:
Evinde yemek pişireceği ocağı bulunmayan bir insanın, “şömine” yaptırmasının fazla bir anlamı yoktur. Elbette istenirse, ihtiyaç varsa şömine de olmalıdır ancak öncelikli olarak o ocak yanmalı, o yemek pişmelidir.
18.12.2012
Kaplıkaya

2 yorum: