21 Eylül 2022 Çarşamba

Klimalı Oda (Öykü)

           

 Kan ter içinde kalmıştı. Yaslanarak yürüdüğü kanedyeni*, sıcağın etkisiyle kolundan süzülen terle sırılsıklam olmuştu. Şöyle bir baktı ileriye doğru… Karşıdan görünse de işyerine nereden baksan on dakikalık yolu vardı. Yaz kış, yağmur, çamur, kar demeden ekmeğinin peşinde tepiyordu bu yolu yıllardır. Bitirdiği üniversitenin ona sağladığı diploma ve unvanın maddi ve konumsal karşılığı olmasa da atanabildiği ve çalışabildiği için şükrediyordu. Yaşadığı toplum, ülkeyi yöneten zihin coğrafyası, bir engellenen olarak haklarını tam alamamış olsa da şükretmeyi mecbur kılmıştı. Çok beklenilen milenyum gelmişti gelmesine ama zihinler hala aynıydı. İnsanın değişimini, tekamülünü gelen yıllardan, hatta yüz yıldan beklemesi yalnız insana mahsus bir durumdu.

            Yol kenarındaki çınarın gölgesiyle serinlettiği banka oturdu. Sıcak onu daha da yormuştu. Sakince saatine baktı. “Nasılsa daha var” diye içinden geçirdi. Kanedyenini sağına yerleştirdikten sonra iki kolunu bankın arkalığına doğru açıp derin bir nefes aldı. Ağustos sıcak ama bu çınar gölgesi ömre bedeldi. Hayatın, yaşamanın, var olmanın güzelliğini duyumsadı o an içinde. Önünden geçen annesinin elini tutmuş küçük çocuk tebessümüne tebessümle cevap verdi. Boynuna asılı çantasında bulunan cep telefonundan kablosuz kulaklığına dökülen şarkı “Bahar Çiçek Çiçek Gelince Güzel / Hayat Sevilince Sevince Güzel” diyordu.

            Ağacın ona yakın dalına konan kuşa takıldı gözü. “Uçarken benim yürürken zorlandığım kadar zorlanıyor mudur?” acaba düşünerek imrendi kuşun özgürlüğüne... Zorlanmadığı var sayımıyla…

            Olduğu yerde duruyor olmasına rağmen ağacın sayısız faydalarını fark etti. Kuşlara yuva, insana nefes ve daha neler neler… Oldum olası severdi zaten ağaçları. “Ağaçlar, durdukları yerde bunca fayda sağlarken yaşadıkları toprağa ve canlıya, birleşip bir ormanda, kardeşçe yaşayabiliyorken ben de duramam” diyerek sarılmıştı hayata dört elle.

            Tam da bu sırada kuş, daldan pırrr diye uçarken o da kanedyenine tekrar yaslanıp doğruldu ve iş yerine doğru ağır ağır yürümeye devam etti.

***

            Bilgisayarının başına geçmeden odanın açık penceresinden kurumun bahçesine şöyle bir baktı. Hafif te olsa rüzgârın getirdiği rayihayı içine çekti. Masasına geçmek üzereyken odanın kapısı aniden açıldı.

            “Günaydın…” dedi içeri giren burnundan soluyan bir sinirle.

             “Günaydın Ahmet Berat” diye karşılık verdi mesai arkadaşının sinirini fak ederek. Hatta bu yüzden memnun olsun diye iki ismini birden bile söylemişti.  İnsanları anlıyor olmak, belki bir lanetti onun için ama başka türlü de yapamıyordu. Kötü enerji kaçtığı en büyük kötülüktü onun için. Düşünceleri çoğu zaman çatıştığı için midir nedir, oda arkadaşının negatif enerjisinden rahatsızdı. Çok da belli etmezdi. İnsana tahammül, mecbur hissede hissede ustalaştığı bir alandı. Kolay kolay taşmayan bir bardağa sahip olmasını sağlamıştı hayat ve tanıdığı, ondan her anlamda uzak insanlar…

            “Bu ülkede yaşanmaz birader!” dedi Ahmet Berat koltuğuna otururken…

            “Yine ne oldu, hayırdır inşallah?”

            “Ya kardeşim, bu ne sıcak, bu ne nem! Yandım, piştim be Türker!”

            “Eh Ağustos! Yaz yazlığını, kış kışlığını, puşt puştluğunu illaki yapacak.” dedi Türker gülerek.

            “Hiç komik değil… Bitlis’i özlüyorum böyle zamanlarda biliyor musun? Orada bu kadar nem olmaz.”

            “İyi ya işte, memleketin değil mi? Oraya gitsene! Hem daha bekarsın da… Yarın öbür gün evlendiğinde zor gidersin. Gerçi o da ‘yaşanmaz’ dediğin ülkeye dahil ya…”

            Güldü Ahmet Berat.

            “Memlekete gitmek isteyen kim ya! Hayat burada oğlum! İmkanlar, güzel kızlar… Orada beni kim görecek, kim bilecek?”

            Türker düşünceli düşünceli sordu.

            “Valla güzel kızları bilemem de burada yaşamanı cazip kılan ‘imkanları’ oralara götürmek için mücadele etsen, çalışsan daha mutlu olmaz mısın?”

            Ahmet Berat, soruyu duymazdan gelip konuşmaya devam etti.

            “Aslında Kanada ya da Avustralya’ya yerleşmeyi istiyorum da… Uzmanlığı kazanmam gerek. Gerçi oraların da kışı berbattır ya…”

            Bu sefer de Türker güldü.

            “O kuşun hikayesini biliyor musun?”

            “Hangi kuş?”

            Türker anlatmaya başladı.

            “Kuşun biri ‘yuvam kokuyor, yuvam kokuyor’ diyerek sürekli yuva değiştiriyormuş. Bir, üç, beş… Kuşa ağaç dayanmıyor.”

            “Eee sonra?” dedi Ahmet bıkkın bir ifadeyle.

            “Sonra ne olacak? Meğer ona yuva olan ağaç değil kendisi kokuyormuş.”

            “Hadi be sende!” dercesine elini savurdu Ahmet.

***

            Makam odası bir hayli şatafatlıydı. Dışarıda kavurucu bir yaz sıcağı olmasına rağmen bu klimalı odada üşüten bir serinlik vardı. Türker, müdür yardımcısının masasına elindeki belgeleri bırakırken sakince konuştu.

            “Mevcut raporum, kimlik fotokopim ve diğer belgeler… Hepsi burada!”

            Yetkili “Tamam Türker Bey!” derken içeri biri girdi. Türker onu, o Türker’i hemen tanımıştı.

            “Vay Türker… Hoş geldin.”

            “Ahmet Berat! Sen burada mıydın ya?”

            Belki pandemiden, belki çok da yakın olmamalarından dolayı sadece yumruk tokuşturdular. Odadaki yetkili Ahmet’e dönüp sordu.

            “Siz tanışıyor musunuz ağabey?”

            “Benim ilk görev yerimde beraber çalıştık Türker ile. Kaç yıl oluyor?”

            “Yirmi yıl…” dedi Türker. “Tam yirmi yıl oldu!”

            İşi bitmiş olmasına, kendisini gördüğüne pek de memnun olmamasına rağmen Ahmet’in kahve teklifini geri çevirmedi.

            ***

            Kahveler gelirken odaya tekrar göz gezdirdi Türker. Odadaki diğer yönetici çıkmıştı. Yalnızdılar. Türker etrafa bakınırken, “Neler yaptın bunca yıldır, anlat bakayım?” diye sordu Ahmet.

            “Ne olsun işte, geçen yıl emekli oldum. Biraz da mecburen… Anne babamla yaşıyorum biliyorsun, pandemide endişe ettim açıkçası. Gelmişti zaten emekliliğim. Evden çalışmama izin de verilmeyince…  Diplomama eş değer kadrom hiç olmadı. Dolayısıyla baştan aşağı kayıp… Sen ne yaptın, kazandın mı uzmanlığı?”

            Türker’in resmiyetine karşı Ahmet Berat yirmi yıl önceki laubali tavırla cevap verdi.

            “Yok be oğlum, ne uzmanlığı? Terfi ettim işte… Senelerdir yönetici kadrosundayım. Ne gerek var?”

            Türker, içi acıyarak gülümsedi.

            “Bu ülkede yaşanmaz diyordun, seni burada görünce şaşırdım doğrusu. Yurtdışındasındır diye düşünmüştüm.”

            “Ya herhangi bir uzmanlığın olmayınca yüzüne bakmıyor adamlar! Oralarda vatandaşlık çok kıymetli… Bizim gibi mi? Dediğim gibi ne gerek var? Bak dışarısı yanıyor, burası püfür püfür…”

            Türker’in gözü eski mesai arkadaşının arkasındaki duvarda duran klimaya ilişti. İçerideki klima serinliğinden üşüdüğünü fark etti o an.

            “Bütün mesele klimalı odaydı yani…”

            Ahmet Berat, boş gözlerle baktı bir süre. Sonra merak ettiği için mi yoksa konuyu değiştirmek için mi tam anlaşılmayan bir biçimde sordu.

            “Sen neler yaptın, ev bark, çoluk çocuk?”

            “Yok!” dedi Türker. “Senin?”

            “Kısmet!” dedi Ahmet ve devam etti.

            “On beş yıl oldu evleneli. Buralı benim hanım. İki de çocuk var ellerinden öper.”

            “Desene ‘hanım köylü’ oldun artık.” Dedi Türker tebessümle. Ahmet Berat şiddetle itiraz etti.

            “Yok yok! Bitlisliyiz çok şükür. Gitmesek de epeydir!”

            “Yıllar evvel ‘gitmediğin yer senin değildir’ derdin ama...” dedi Türker.

            Ahmet Berat, cevap vermeden sadece pis pis sırıttı.

            Türker, canı acıyarak önce odadan sonra kurumdan çıktı. Şairin bahsettiği “hayata beraber başlanan dostlarla yolların bu derece ayrıldığını” ilk defa bu kadar net fark ediyordu. Hoş, Ahmet Berat ile pek de dost değillerdi ya! “Gittikçe artan” yalnızlıktan da öte bir şeydi. Otuz beşi geçeli de on yıldan fazla olmuştu.

            Oysa seneler önce “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” en büyük umuduydu. Hadi kendisi fiziksel olarak değilse de en azından zihnen tek ve hür olmuştu ama bu insanlarla, bu insanların yön verdiği, yönettiği bir toplumla nasıl “orman” olunabilirdi?

            Bilmiyordu.

            Sadece var olmak ve yaşamak için mücadele etmeye devam edecekti.

Bugüne kadar olduğu gibi…

* Kanedyen : kısa koltuk değneği

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder